25 Eylül 2013 Çarşamba

"Balon Çocuk" Aşık Olursa...

Şahsen Jake Gyllenhaal'dan pek hoşlanmazdım. Ta ki "Yarından Sonra"yı izleyene kadar. O filmden sonra beyefendinin hemen hemen her filmini izledim. Henüz markalaşmış, nasıl desem 'kült' film olmuş bir projede görmüş olmamamıza rağmen beyefendinin neredeyse tüm filmlerini severek izledim. Onlardan biri de... Neyse onu da aşağıda anlatayım.

Onlardan biri de 2001 yapımı "Balon Çocuk" (Bubble Boy). Jimmy, anomalili doğmuş genç bir çocuktur. Peki anomalisi ne midir? Jimmy'nin vücudu bir bağışıklık sistemine sahip değildir. Bakın bağışıklık sistemi zayıf demiyorum, yok diyorum:) Bu yüzden Jimmy, odasındaki dev gibi steril bir plastik balonun içinde ve annesinin gözetiminde büyümüştür. Ömrü boyunca evinden hiç çıkmamıştır ve işin tuhafı dış dünyayı merak da etmemiştir. Zira Jimmy, fanusunda gayet mutludur. Jimmy'nin tek dostu -ve biricik gizli aşkı- ise beraber büyüdükleri Chloe adlı genç kızdır. Bir gün Chloe çok sürpriz bir haberle gelir. Sevgilisi Chloe'ya evlenme teklif etmiştir. Bunu duyan Jimmy çok öfkelenir ve Chloe'yu kovmaktan beter eder. Chloe da ağlayarak evden gider ve o kızgınlıkla sevgilisinin teklifini kabul eder. Jimmy işte o an pişman olur. Yapılacak tek bir şey vardır. O da Chloe'nun 3 gün sonra Niagara Şelalelerinde gerçekleşecek olan düğününü durdurmaktır. Ve Balon Çocuk Jimmy ömrünün ilk seyahatine işte böyle çıkar.  

Balon Çocuk Jimmy'yi tahmin edeceğiniz gibi Jake Gyllenhaal oynuyor. Beyefendi gelmiş geçmiş en şeker hallerini bu filmde takınmış herhalde, bayıldım:)

Filme gelince, neredeyse çocuk komedisi türünde. 5 yaşındaki oğlum çok severek izledi. Ben de çok keyif aldım. Reytingleri düşük, sonucu da belli ama yine de kendi çapında eğlenceli bir film işte.

Denk gelirseniz izleyin. Hoşunuza gidecektir.

Hayata İyi Seyirler...

P.S. Film ne yazık ki gerçek bir hayat hikayesinden alınmıştır.

24 Eylül 2013 Salı

Veeeee "Hediye Operasyonu" Başlasın!!!...

Bizim için pek bir şey ifade etmeyen Noel Baba ile ilgili her yıl mutlaka bir kaç film çekiliyor Hollywood'da. Bunların çoğu bizim ülkemizde gösterime bile girmiyor. Ama bunlardan biri nasıl olduysa bizim ülkemizde de gösterildi. Hasılat rekorları kırmasa da bir miktar seyirci toplamayı bile başardı.

2011 yapımı animasyon film “Hediye Operasyonu” (Arthur Christmas)tan bahsediyorum. Gelin filmimize bir bakalım. Filmin ana karakteri Arthur; genç, çalışkan ama beceriksiz ve sakar bir Noel çocuktur. “Noel çocuk da ne?” dediğinizi duyar gibiyim. Noel çocuk, nesillerdir Noel Baba sülalesinden gelen ve geleceğin Noel Babası olacak olan gençlere verilen addır. Her neyse... Arthur'un babası 70 yıldır Noel Babalık görevini yürütmektedir. Bu Noel Baba da tıpkı diğerleri gibi 70 yıldır milyonlarca çocuğu Noel sabahında mutlu etmeyi başarmıştır. Yine bir Noel gecesi Noel Baba ve takımı milyonlarca çocuğun sahip olmak istedikleri hediyeleri büyük bir operasyonla yerlerine ulaştırmayı başarmıştır. Ancak bir çocuğun dileği gözden kaçmıştır ve hediye yerine ulaşamamıştır. Bu iş Arthur'un çok fena içine oturur çünkü Arthur çocukları gerçekten önemsemektedir. Çocuğun Noel akşamında göz yaşı dökmesini istemeyen Arthur, Noel Dedesinin de yardımıyla bir hediye operasyonu başlatır. Ancak ikisi de bu uğurda başlarına geleceklerden habersizlerdir.

Başta da dediğim gibi, bizde Noel kültürü olmadığından dolayı çocukların anlayabileceği film olmaktan çıkıyor film. Yetişkinlerse anlayabilir ama keyif alırlar mı bilmem. Diğer taraftan akrabalık ilişkileriyle ilgili dokundurmaları güzel. Yine de sırf onun için de izlenmez yani, bilemiyorum.

İzleyip izlememeye siz karar verin. Hatta yorumlara iki satır bir şey yazın, siz yönlendirin. En iyisi bu sanırım.
Hayata İyi Seyirler...

22 Eylül 2013 Pazar

Kim bu "Muhteşem Gatsby"???

Dün akşam "Moulin Rouge" tadında bir film seyrettim. Hatta Moulin Rouge'daki şaşaayı ve coşkuyu bile aşmış bir film. Sonra bir baktım; meğerse yönetmenleri aynıymış. Hemen sizinle paylaşmak istiyorum.

2013 yapımı "Muhteşem Gatsby" (The Great Gatsby) adlı film bundan 55-60 yıl öncesinde geçen kurgu bir hikayeyi anlatmaktadır. Hikayeye göre Nick (Tobey Maguire) askerden yeni dönmüş genç bir taşralıdır. Pek çok taşralı gibi New York'la ilgili anlatılan süslü masallara güvenerek New York'a taşınır. Nick, önce çılgınlıklar kenti New York'ta bir iş bulur. Sonra da mütevazi bir eve taşınır. Peki yan komşusu kimdir biliyor musunuz? GATSBY. NEW YORK'UN EFFFFFSANE MİLYONERİ. Her hafta sonu çılgın partiler veren, binlerce New York'luyu ücretsiz ağırlayan, buna rağmen hakkında kimsenin bir şey bilmediği gizemli ama ünlü milyoner. Nick bu davetlerin bir tekine bile katılma fırsatı bulamamıştır. Ancak bir gün Nick'e bir davetiye gelir. Davetiye, Gatsby'den gelmektedir. Nick o hafta sonu verilecek olan partiye davet edilmektedir. Nick davet edildiğine çok sevinir ve partiye katılır. Ancak partide çok tuhaf bir gerçekle karşılaşır. Çünkü bu görkemli partideki davetiyeli tek kişi Nick'tir. Bunun için Bay Gatsby'yi bulup ona teşekkür etmek ister. İşte bu buluşma, Nick'in hayatını sonsuza dek değiştirecek bir sır dolu bir sonun başlangıcı olacaktır.

Filmde Gatsby'yi tahmin edeceğiniz gibi Leonardo di Caprio oynuyor. Ve beyefendi her zamanki gibi muhteşem. Hikayeyi Nick'in anlatımıyla izliyoruz. Nick'i canlandıran Tobey Maguire da çok başarılı.

Gelelim filmle ilgili yorumlarıma. Ben daha Leonardo di Caprio'nun kötü bir filmini görmedim. Gerçekten büyük bir prodüksiyon. Bol figüranlı, şaşaalı, pırıl pırıl, masalsı ve gizemli bir New York. Trajikomik bir hikaye.

Ben filmi çok beğendim. Tüm ihtişamına rağmen insanı yormayan ama meraklandıran acıklı bir hikayesi var. Moulin Rouge'u sevdiyseniz, bunu da seversiniz. İzleyin derim.

Hayata İyi Seyirler...

18 Eylül 2013 Çarşamba

"Ahlaksız Teklif" İşte! Başka Söze Gerek Var Mı???

Çocukken izlediğim ve o zaman bile etkilendiğim bir filmi yıllar sonra dün akşam yeniden izledim. Üstelik bu kez evli barklı biri olarak izlediğim için daha da çok etkilendim.

Ahlaksız Teklif”ten bahsediyorum. Hani şu yayınlandığı yıllarda yer yerinden oynayan film. Hatırlıyorum o yıllarda filmi izleyen herkes bir yandan “tüüüü senin sıfatına; pis kadın; adi adam” diye yorumlar yaparken bir yandan da “sonunda n'olucak acaba?” diye merakla izliyordu.

Gelin önce filmin kısa bir özetine bakalım, sonra yorumlara devam ederiz. 1993 yapımı filmde Diana ve David birbirini çok seven karı koca çifttir. İkisi kendi hallerinde sade ama mutlu bir hayat sürdürmektedirler. Bu ikili bir gün Las Vegas'a kumar oynamaya giderler. Maksat hoşça vakit geçirmektir. Acemi kumarbaz David kumarhanede epeyce para kaybeder. İkilinin canları sıkılır, moralleri bozulur. Tam bu sırada ultra süper zengin yakışıklı karizmatik güçlü işadamı Bay , Diana'ya yaklaşır ve ondan uğuru olmasını ister. Diana teklifi kabul eder ve attığı zarlar Bay John Cage'e tam bir milyon lira kazandırır. Herkes çok sevinir. Bunun üzerine Bay Cage Diana ve David'i otelde konuk eder ve düzenlediği partiye davet eder. David ve Diana süslenip püslenip partiye inerler. Bay Cage çiftle özel olarak ilgilenir. Laf lafı açar, konu parayla her şeyin satın alınabileceği konusunda düğümlenir. Bunun üzerine Bay Cage David'e bir teklifte bulunur. Diana'yla bir gece geçirme karşılığında çifte bir milyon lira vermeyi teklif eder. Çift neye uğradığını şaşırır. Peki acaba çiftimiz teklifi kabul edecek midir, etmeyecek midir? Kabul ederlerse n'olur, etmezlerse n'olur? İşte film bize bunu anlatıyor.
Filmde Diana'yı Demi Moore oynuyor. Hanımefendi o dönemin en yıldız filmlerinde oynardı. Kocası David'i ise Woody Harrelson canlandırıyor. Ahlaksız teklifi yapan zengin işadamını da Hollywood'un Cüneyt Arkın'ı Robert Redford canlandırıyor.
Film çok güzel. Senaryo tam olması gerektiği gibi yazılmış. Daha doğrusu bizim memleketlere göre değil ama hitap ettiği dünyaya göre çok başarılı.
İzleyin. Mutlaka demeyeceğim ama izleyin. 90'ların sinemalarında böyle bir filmin de olduğunu görün.
Hayata İyi Seyirler...

17 Eylül 2013 Salı

"Atlas Silkindi" Küresel Ekonomileri İnceleyen İlginç Bir Film...

Evimizin kütüphane büyüklüğündeki kitaplığında (eşim ve babam sağolsunlar!) bir kitap serisi vardır: Atlas Vazgeçti. Yıllardır okuyayım derim, bir türlü elim gitmez. Dün sinema kanallarında kitabın filmine rastlayınca biraz kolaya kaçmaya karar verdim ve kitapları okumaktansa filmleri izleyeyim dedim. Mübarek kanal iki filmi üst üste yayınladı. İzle izle bitmedi. Gelin size az biraz hikayeden bahsedeyim.

2011 yapımı “Atlas Silkindi” (Atlas Shrugged) ve 2013 yapımı "Atlas Silkindi: Bölüm 2" (Atlas Shrugged: Strike Part II) 2016'da geçmektedir. (Kitaplarda geçmiş zamanda geçiyormuş, o ayrı mesele.) Hikayeye göre dünya, küresel ekonomik krizle pençeleşmektedir. Vahşi kapitalizm yüzünden zengin daha da zenginleşmiş, fakir daha da fakirleşmiştir. Ekonomiyi yönetenler -özellikle siyasiler- paranın tekelde toplanmasını engellemek için türlü entrikalara başvurmuşlar; çoğunda da başarılı olmuşlardır. Ancak Henry Rearden adlı iş adamı bu oyunlara gelmemiş ve metal sektöründeki rekabete izin vermemiştir. Diğer taraftan makine sanayi şirketi CEO'su olan genç ve hırslı Bayan Taggart şirketinin batmakta olduğunun farkındadır. Şirketini iflastan kurtarmak içinse büyük bir hamle yapmak zorundadır. Bay Rearden ve Bayan Taggart'ın bu durumların altından kalkabilmelerinin tek yolu işbirliği yapmaları olacaktır. Bay Rearden ve Bayan Taggart, Colorado'nun en güvenli demiryolu ağını örecekler ve en güçlü demiryolu şirketi olacaklardır. Ancak kurtuluşa giden bu yolun ne derece zorlu ve gizemli olduğunu çok sonra fark edeceklerdir.

Filmde hiç ünlü oyuncu yok. Sanırsınız ki bir Hollywood filmi değil, bir Norveç filmi izliyorsunuz. Çok kötü bir film olmamasına rağmen reytingleri oldukça düşük.

Filmi takip etmek hiç kolay değil. Anlamak için türev-integral dinler gibi dikkatli dinlemek gerekiyor. Konusunu anlamak bile 30 dakikayı buluyor. Ama tabi bunda 3 kitaptan ve 2 filmden oluşmasının etkisi büyük.
 
Ama yönetmeni suçlayamayacağım çünkü konu çok ağır. Zaten filmin yönetmeni Paul Johansson aynı zamanda John Q.'nun da yönetmeni ki John Q.'da da Amerikan sağlık sistemi tüm yönleriyle gözler önüne serilmişti. Sizin anlayacağınız, beyefendi seviyor böyle her açıdan bakmayı.

Ama filmde kapitalizmin, sendikalaşmanın, sosyalizmin, komünizmin, monarşinin ve oligarşinin hemen hemen her yönüne değiniliyor. Çünkü bu sistemlerin hepsine farklı insanların gözlerinden bakılıyor. Kişilerin bakış açılarını gözleyince hepsine hak veriyorsunuz. (Gerçi bu durumlar kitaplarda daha yoğun ve daha güzel anlatılıyormuş, o kadarını bilemeyeceğim. Merak ediyorsanız, okuyun.)
Velhasıl kelam; dünya ekonomisi temalı ender bir çalışma olması sebebiyle farklı bir film olmuş.
İzleyelim mi? İşadamıysanız yada olmak üzereyseniz, mutlaka izlemelisiniz. Maaşlı çalışansanız, boşuna zaman harcamayın; derim ben.
Hayata İyi Seyirler...
 
P.S. Serinin 3. filmi 2014'te yayınlanacak. İlk ikisine katlanabilirseniz üçüncüyü de bekleyin derim. 

14 Eylül 2013 Cumartesi

Hadi Bakalım Star Trek'çiler !!! Buyurun...

Benim yaşım pek yetmiyor ama Star Trek'in yayınlandığı dönemlerde diziyi herkes severek izlermiş. Cem Yılmaz da anlatıyor ya, "Kaptan Kirk babamızın oğlu gibiydi" diye. Hakikaten öyleymiş.

Star Trek dizisinin üreticilerini tebrik etmek istiyorum. Bilimin olmadığı bir dönemde kurguyu buldukları için. E şimdi bilim de var. Vallahi tadından yenmiyor yani :)

Serinin 2013 yapımı son filmi "Star Trek: Into Darkness" (Uzay Yolu: Bilinmeze Doğru) 'yu bugün izledim. Anlatmak için sabırsızlanıyorum. Hemen başlayayım. Atılgan, bir keşif gezisine çıkmıştır. Ancak maceraperest Kaptan Kirk bu geziden pek çok kural ihlalleri ve ihmalkarlıklarla dönünce gemisi elinden alınır ve Spock'la yolları ayrılır. Bu sırada gezegen, eski bir kaptan tarafından kotarılan korkunç bir terör saldırısına maruz kalmıştır. Bu sebeple güvenlik konseyi konuyu görüşmek üzere hemen toplanır. Ancak konsey üyesi Kaptan Kirk, bu durumdan işkillenir. Teröristin bir sonraki hamlesinin ne olacağını aşağı yukarı tahmin etmektedir. Ve ne yazık ki Kaptan Kirk'ün tahminleri doğru çıkar. Hain terörist, konseye baskın yapar. Kaptan Kirk, canını zor kurtarır. Sonra da bu teröristi avlamak için üslerinden gemisini, mürettebatını ve biricik arkadaşı Spock'ını geri ister. İstedikleri Kaptan Kirk'e hemen verilir. Kirk, mühimmatını da yüklendikten sonra yollara düşer. Ancak bu macera -adından da anlaşılacağı gibi- tam bir bilinmezliktir.

Filmin oyuncu kadrosu önceki Star Trek'lerle aynı. Yani Kaptan Kirk'ü yine Chris Pine ve Spock'ı da Zachary Quinto oynuyor. Ekibin diğer üyeleri de aynen devam.

Gelelim filmle ilgili fikirlerime. Filme bayıldım. Muhteşem. Kimin iyi, kimin kötü olduğunu; kimin haklı, kimin haksız olduğunu, ya da kimin doğru, kimin yanlış olduğunu tahmin etmenin imkanı yok. Spock ve Scotty bile şaşırıyor yani o derece.

Uzun uzun anlatmaya gerek yok. Mutlaka izleyin. Kaçırılacak film değil. Hatta sinemada izlemediğime pişman oldum da desem yeridir.

Hayata iyi Seyirler...

P.S. Filmin kostümleri genç izleyicilere pek hitap etmiyor olabilir ama bunlar dizidekilerin devamı.

9 Eylül 2013 Pazartesi

"Sihirbazlar Çetesi" Yoksa Bu İlüzyonlar Gerçek Mi???

Dün akşam tam pazar akşamına uygun bir film izledim. Hemen sizinle paylaşmak istiyorum çünkü çok beğendim. Hadi gelin önce konusuna kısaca bir bakalım.
Dün akşam tam pazar akşamına uygun bir film izledim. Hemen sizinle paylaşmak istiyorum çünkü çok beğendim. Hadi gelin önce konusuna kısaca bir bakalım. Sonra da değerlendirmelerimiz yaparız.

2013 yapımı "Sihirbazlar Çetesi" (Now You See Me) gizem, macera ve suç filmi. Hikayeye göre Daniel (Jesse Eisenberg), Merritt (Woody Harrelson), Henley (Isla Fisher) ve Jack (Dave Franco) birbirlerini hiç tanımayan dört sihirbazlardır. Hepsinin de yetenekleri farklı farklıdır ama dördü de işlerinde en iyi olanlardır. Bir gün bu sihirbazların dördü de tarot kartlarına yazılmış davetiyeler alırlar ve aynı kapıda aynı saatte karşılaşırlar. Davetiyeleri gönderen şahıs, kimliğini gizler ancak onlara bir iş teklifinde bulunur. 8 ay sonra bu dörtlü "Mahşerin Dört Atlısı" lakabıyla dünyanın en büyük ve karmaşık sihirbazlıklarını yapmak üzere bir TV programına çıkmaya başlar. Daha da ilginci tüm seyircilerin gözleri önünde canlı yayında bir banka soyarlar. Hem de stüdyodan hiç çıkmadan. İşte bu andan itibaren devreye FBI Ajanı Dylan (Mark Ruffalo) ve acemi İnterpol ajanı Alma (Melanie Laurent) devreye girer. Peki bu uyumsuz ikili, bu yetenekli dörtlüyü köşeye kıstırabilecek midir???

Filmde bu saydıklarımın yanında Michael Kaine'i ve Morgan Freeman'ı da görüyoruz. Filmin yönetmeni Louis Leterrier'i Taşıyıcı 2'den, İnanılmaz Hulk'tan ve Titanların Savaşından tanıyoruz. (Ama bence bu film, en iyisi olmuş.)

Filmin görsel efektleri ve sihirbazlık numaraları çok hoşuma gitti. Hani gerçekten öyle bir gösteri olsa gider izlerim yani o derece. Film ayrıca içeriğine yakışır bir şekilde çok gizemli. Tam sihirbaz işi. Son ana kadar hiç bir şey çözülmüyor. Hatta bazı şeyler son anda da çözülmüyor. Artık seyircinin zekasına falan bırakılıyor.

Mutlaka izleyin derim. İzleyin, eğlenin derim.

Hayata İyi Seyirler...

P.S. Bu arada filmi sonuna kadar izleyin. Ama en sonuna kadar.
P.S. Ha bir de Jesse Eisenberg saç rengi ve saç şekli süper olmuş. Çok beğendim. Onu da ekleyeyim dedim:)

"John Malkovich Olmak" Sınırları Aşan Bir Fantastik Film...

Piyasada görüp görebileceğiniz en çatlak filmler 99'da çekildi herhalde. Bugün bir tanesini daha izledim. Uçuk, kaçık, manyak ve bir miktar da sapık bir filmdi. Anlatayım mı? Hadi anlatayım.

1999 yapımı "John Malkovich Olmak" (Being John Malkovich) adlı filmde Craig, içe kapanık bir sokak kuklacısıdır. İşinde oldukça iyidir. Ancak sergilediği 'Abelard ve Heloise' performansın birinde daha izleyicilerden dayak yiyince nihayet bir iş bulmaya karar verir. Craig, gazete ilanından bir arşivcilik işi bulur ve başvurur. Ancak işyeri bir binanın 7.5'uncu katındadır. Evet, tuhaf bir ara kat. Herkesin iki büklüm yürüdüğü, asansörün yarı yolda durdurulup girebildiği bir ara kat. Bu ilginç işyerindeki işe hemen kabul edilir. Ancak Craig'in başına daha ilk günden bir bela bulaşır. Craig, evli olmasına rağmen, işyerindeki Maxiene'e aşık olur ve ona yakınlaşmaya çalışır. Ancak ukalalık düzeyinde havalı bir kadın olan Maxiene, Craig'e yüz vermez. Derken bir gün Craig, dosya dolaplarının arkasında saklanmış küçük bir kapı bulur. Kapıyı açar ve içeri girer. Kapı aniden kapanır ve Craig'i içine çeker. Ve Craig birden bire kendini John Malkovich'in beyninin içinde bulur. Craig orada tam 15 dakika kalır ve 15 dakika boyunca dünyayı John Malkovich'in gözlerinden görür. Sonra da kendini şehir otobanına düşerken bulur. İşte bu olay, silik şahsiyetli Craig'in Maxiene'i tavlayabilmesi için hayatının fırsatı olacaktır.

Filmde kuklacı Craig'i John Cusack oynuyor. Craig'in gudubet karısını ise Cameron Diaz canlandırıyor. Tahmin edeceğiniz gibi John Malkovich kendini oynuyor. Havalı kadın Maxine ise Catherine Keener tarafından canlandırılıyor.

Filmin senaristi "The Eternal Sunshine of the Spotless Mind"ın senaristi olan Charlie Kaufman. Beyefendi o filmde de bu filmde de İngiliz Edebiyatının köşe başı figürlerini çok iyi kullanmış. Filmin yönetmeni Spike Jonze ise bol bol sembol kullanmayı ihmal etmemiş. Çok hoş bir sentez olmuş yani. 

Gelelim filmle ilgili fikirlerime. Bence film, görüp görebileceğiniz en aykırı filmlerden biri. Sonunu asla ve asla tahmin edemeyeceğiniz bir film. İyi adam yok, kötü adam yok. 3 - 5 dakikada bir şok edici bir sürpriz. Bir anından bile sıkılmazsınız. Uç noktalarda bir fantastik hikaye. Hiç bir şeyin mantıklı bir açıklaması yok ama aynı zamanda her şey mükemmel bir olay örgüsünün içinde.

Gel gelelim film sapıklıkta zirve yapmış. İşte tam da bu sebeple, dikkatli izlenmesi gereken bir film.

Ama izleyin. İzleyin ki kafanızda yepyeni bir boyut daha oluşsun. Tıpkı diğer 99 yılı filmlerinin yaptığı etki gibi.

Hayata İyi Seyirler...

5 Eylül 2013 Perşembe

"Oblivion" Tom Cruise'un Son Filmi...

Ramazan ayında, oruçların 25. gününde, iftara 3 saat kala eşim bir film izlemeyi teklif etti. Ben de kabul ettim, ama kolay bir film olması şartıyla. O da Tom Cruise'un son filmini açtı. Peki film nasıl mı çıktı? Karrrrrrrrrrma karışık!!! Film içinde film. Oruç kafayla ancak 7 dakika dayanabildim. Sonra da mecburen filmi kapattık. Aradan bir ay geçti, nihayet bugün bitirebildik. Sonra da hemen fikirlerimi yazayım dedim.

Gelin önce 2013 yapımı "Oblivion"a (Unutulma'ya) bir göz atalım, ondan sonra yorumlara devam ederiz. Bundan 65 yıl kadar sonra geçen filmde önce o 65 yıllık hikayeye bakılıyor. Hikayeye göre insanlar ve Scavlar denen gizemli güçler korkunç bir savaşa girişmişlerdir. O kadar ki bu savaşta yeryüzünün yarısı ve ayın tamamı paramparça olmuştur. Neticede savaşı insanlar kazanmış ama dünya kaybedilmiştir. Zira doğal kaynakların tahribi ve yüksek radyasyon seviyesi yüzünden yeryüzünde yaşam şansı sona ermiştir. Bu sebeple insanlar uzayın derinliklerinde Titan adını verdikleri bir gezegen inşa etmişler ve hayatta kalanları bu gezegene yerleştirmişlerdir. Gezegenin suyunu ise Hidro denen devasa tulumbalarla çekip Titan'a taşımaktadır. Hidro'ların bakımı ve güvenliği ise TET denen büyük bir organizasyon tarafından yürütülmektedir. Jack Harper o güne kadar TET'e bağlı bir tamirci olarak canla başla çalışmıştır Ama işte o gün.....

Filmde (tahmin edeceğiniz gibi) Jack Harper'ı canlandıran oyuncu Tom Cruise. Eee bir de sürpriz oyuncu var ama adı üzerinde sürpriz oyuncu olduğu için kim olduğunu söylemeyeceğim.

Şimdi filmle ilgili yorumlarımıza geri dönelim. Ben Matrix'leri izlediğim günden beri bilim kurgulardan tat alamıyorum. Sanki tüm filmler Matrix'lerin taklidiymiş gibi geliyor. Ama bu filmde tüm bilim kurgulardan azar azar var. Biraz Deja Vu, biraz Ada, biraz Matrix, biraz Wall-E, kısacası biraz ondan biraz bundan, biraz da özgün derken ortaya bu film çıkmış. Daha doğrusu önce roman ortaya çıkmış, sonra film çıkmış. Eminim romanı filminden daha iyidir, her zaman öyledir.

Kötü ve ağır aksak yönetilmiş olmasına ve diğer bilim kurguları fazlasıyla andırmasına rağmen fena değil. Kafanızın dinç olduğu bir zaman izleyebilirsiniz. Ama çok dinç olduğu zaman:)

Hayata İyi Seyirler...