26 Nisan 2013 Cuma

Kime "Geçit Yok"???

Koskoca Arnold... California Valisi Arnold... Terminator Arnold... Yaşlı Arnold... Ve şimdi de "Şerif Arnold"...

Beyefendinin onca işin arasına sıkıştırarak çektiği 2013 yapımı "Last Stand" (Geçit Yok) adlı filme bir bakalım. Meksika sınırında köhnemiş bir kasabanın şerifi olarak görev yapan Owen için hayat sıradandır. Kasabanın az sayıda sakini ve daha az sayıda memuru vardır. Kasabada suç oranı nerdeyse sıfır gibidir. Ancak bu düzen bir gün içinde gizemli bir şekilde bozuluverir. Kasabada birden bire iki tır şöforünün belirmesi, ihtiyar bir çiftçinin öldürülmesi ve FBI'dan gelen ani bir telefon, tehlikenin habercisi olmaya yetmiştir. Owen işi kurcaladığında meselenin ne kadar ciddi olduğunu anlar. Peki mesele ne midir? Mesele şudur: En büyük uyuşturucu patronu Gabriel Cortez bir hapishaneden başka birine aktarılırken elden kaçırılmıştır. Cortez, detaylı bir plan dahilinde hızla Meksika'ya doğru ilerlemektedir. Yol güzergahı ise bizim zavallı kasabamız olacaktır. Ancak Cortez'in detaylı planına dahil olmayan tek şey, onun gibi bir suçluya pabuç bırakmayacak olan Owen'dır.

Filmde FBI Ajanını Forest Whitaker canlandırıyor. Filmin yönetmeni, çektiği her filmi 7.0'ın üzerinde reyting yapan Jee-woon Kim.

Çok eğlenceli ve hiç yormayan bir aksiyon. Düşük bütçeli ve sade. O kadar sade ki soundtrack bile yok Gran Torino'yu sevdiyseniz bunu da seversiniz. Reytinglerine bakmayın, mutlaka izleyin derim. Beğeneceğinize eminim.

Hayata İyi Seyirler...

23 Nisan 2013 Salı

"Jack Reacher" Kimdir???

Bir oyuncu artık yapımcılığını kendinin üstlendiği filmlerde oynuyorsa artık olmuş demektir. Hatta yaşlanmış ve olgunlaşmış, eh biraz da parayı bulmuş demektir. Mesela kim olabilir, mesela Tom Cruise olabilir. Beyefendinin roman uyarlaması olarak yaptığı sıradışı aksiyon filmin dikkatinizi çekeceğini düşünüyorum.

2012 yapımı "Jack Reacher"a bir göz atalım. Keskin nişancının biri Pensilvanya'nın göbeğinde dürbünlü tüfeğiyle üçü kadın, biri çocuk ve biri de parkta oturan bir adam olmak üzere 5 kişiyi öldürür. Derhal işin peşine düşen polis, zalim katile hızla ulaşır ve katili sorguya alır. Ancak katilin sorgu esnasında söylediği tek şey "Jack Reacher'ı getirin." olur. Polis bu kez Jack Reacher (Tom Cruise) denen adamın peşine düşer. Ama Jack Reacher polise kendi ayağıyla gelir. Jack Reacher, katilin akrabası yada dostu yada düşmanı değildir. Sadece katili tanıyan biridir. Daha da önemlisi, iki yıldır firari yaşayan eski bir askeri polistir. Katilin avukatı olan Helen, bölge savcısı olan babasının gölgesinde kalmış genç bir bayandır. Amacı, katili ipten kurtarıp cezayı müebbet hapse çevirmektir. Ancak bu işi tek başına başaramayacağı daha baştan bellidir. Başarmak içinse Jack Reacher'a ihtiyacı vardır.

Filmin senaristi ve yönetmeni Christopher McQuarrie tanıdık bir isim. Nereden mi? "The Usual Suspects" ve "The Tourist" filmlerinden. Orjinal ismi "Only Shot" olan kitabın yazarı ise Lee Child.

Film çok güzel. Daha doğrusu güzel bir aksiyon. Ajan Salt'u, The Tourist'i yada onlar gibi gelgitli aksiyonları seviyorsanız, bu filmi de seversiniz. İzleyin, pişman olmazsınız.

Hayata İyi Seyirler...

16 Nisan 2013 Salı

"Son Görev" Ne Olabilir???

Eski bir filme rastladım TV'de. Hadi izleyeyim dedim. Filmin sonunda bir de baktım gerçek hikayeymiş. Size filmden bahsedeyim.

1997 yapımı "Son Görev" (The Assignment) adlı filmde Ramirez (Aidan Quinn) evli ve iki çocuklu bir donanma subayıdır. Ramirez, turist olarak gittiği fakir bir Arap ülkesinde yaka paça yakalanıp göz altına alınır. İki gün süren sorgudan sonra çok ilginç bir gerçek ortaya çıkmıştır. Ramirez, Çakal Carlos adıyla bilinen dünyanın en azılı teröristinin tıpkısının aynısıdır. Bu durumu farkeden CIA, fırsattan istifade etmek için hemen kolları sıvar. Binbir güçlükle Ramirez'i büyük bir operasyonun başrolü olmaya ikna eder. İlk iş, Ramirez'i her yönüyle Carlos'a benzetmek olacaktır. Ramirez konuşmasıyla, vahşiliğiyle, görünüşüyle, kadınlarla ilişkisiyle, düşünce tarzıyla ve kuvvetli hafızasıyla tam bir Carlos olmuştur. Ramirez artık zorlu göreve hazırdır.

Filmin Yönetmeni Christian Duguay'ı "Savaş Sanatı" adlı filmden tanıyoruz. Filmde Aiden Quinn'e iki usta oyuncu Ben Kingsley ve Donald Sutherland eşlik ediyorlar.

Film fena değil. Gerçi eski çekim olmasından mıdır nedir, 97 filmi gibi değil, 67 filmi gibi duruyor. Ama gerçek hikaye olması sebebiyle durumu kurtarıyor.

Hiç film bulamazsanız, gönül rahatlığıyla izleyebilirsiniz.

Hayata İyi Seyirler... 

15 Nisan 2013 Pazartesi

"Transformers" Serisi Ne Derece Başarılı???


Ben ilkokuldayken çıkmıştı “Transformers” oyuncakları. Sınıftaki erkeklerin hepsinde büyüklü küçüklü, rengarenk ve şekilden şekilden şekle giren robot arabalar görmeye başlamıştık. Arabalara ve robotlara karşı en ufak bir ilgi beslemeyen ben bile o oyuncaklarla biraz oynamıştım. Yıllar sonra filmlerinin, çizgi filmlerinin ve çizgi romanlarının çıkacağını nereden bilebilirdim.

Ama tabi onların hepsi de çok tuttu. Oyuncaklar çizgi romanlara ilham verdi, çizgi romanlar da filmlere ve (elbette ki en yağlı hedef kitle çocuklar olduğu için) çizgi filmlere...

Nitekim kısa süre içinde üç film çekildi o muhteşem kurgu için. Yersiz yurtsuz kalan kimi robot organizmalar kendilerine insanoğlunu dost edinirken, kimisi de düşkünlüğü gururuna yediremeyip insanoğluna düşman oldu. Dost Autobotların lideri Optimus Prime, izleyen herkeste hayranlık uyandırdı. Kibirlilik timsali Megatron ise insanın tüylerini diken diken edip sinirlerini bozdu. Autobot'ların ve Decepticon'ların savaşı dillere destan oldu.
Diğer taraftan insanoğlu da ikiye ayrıldı. Kimisi bu robot organizmaları kendine müttefik kabul ederken, kimisi onları ucube düşmanlar olarak gördü. İş bu kez de insanoğlunun da karıştığı büyük bir savaşa dönüştü.
Sonuç olarak biz sinemaseverler için muhteşem bir görsel şölen, merak uyandırıcı bir bilim kurgu ve tadına doyulmaz bir seyir keyfi ortaya çıktı.
Şahsen ben (ikinci filmi gereğinden uzun ve biraz sıkıcı bulmakla birlikte) üç filmi de defalarca ve severek izledim. Özellikle üçüncü filmi çok daha derli toplu ve çok daha dahiyane buldum.

Son dönemlerde çekilen diğer bilim kurgular kadar ses getirmese de izlemenizi tavsiye ediyorum. İzleyin, hayal gücünüz genişlesin. İzleyin, ufkunuz açılsın.

Hayata İyi Seyirler...

"Anlat Bakalım" "Anlatamadım Mı?"


“Hollywood'un en komik filmi hangisidir?” diye sorsam, 50 çeşit film ismi sayarsınız. Ama “Hangisi ince espirilerle dolu?” diye sorsam, seçenekler hemen azalır. Ben kendi fikrimi söyleyeyim. Bence Hollywood'un en ince espirileri (Forrest Gump'tan sonra) “Anlat Bakalım” ve “Anlatamadım Mı?” serisinde. Gelin bu iki dahiyane filme bir göz atalım.

1999 yapımı “Anlat Bakalım” (Analyze This) adlı filmde Doktor Ben Sobel (Billy Crystal), ünlü ve saygıdeğer bir psikiyatri uzmanının oğlu olarak her zaman babasının gölgesinde kalmış ezik bir psikiyatri uzmanıdır. Bu eziklik, onun kariyerini de, özel hayatını da, sosyal hayatını da hep olumsuz yönde etkilemiştir. Paul Witty (Robert De Niro) ise yeraltı dünyasının en azılı mafya babalarından biridir. Baba yadigarı mesleği sayesinde (tabi mafya babalığını meslek olarak görürseniz) çekirdekten yetişme bir vahşiliğe sahiptir. Gözünü kırpmadan adam öldürebilmekte Ya da türlü türlü işkenceleri soğukkanlılıkla izleyebilmektedir. Ancak Paul Witty hayatının en zor günlerini yaşamaktadır. Zira gece uyuyamaya, kadınlarla birlikte olamamaya ve adam öldürememeye başlamıştır. Bu sebeple adamları, patronları için bir “deli doktoru” (elbetteki bizim Ben Sobel) bulur ve Paul seanslara başlar. Daha ilk seansta doktorundaki dehayı farkeden Paul Witty, Ben'in bağımlısı olur. Ancak bu bağımlılık Ben'in hayatını cehenneme çevirecektir.
Bilenler bilirler, bu film çok tuttu. Sonra da elbette ki ikincisi çekildi. Hadi bir de ona bakalım.

2002 yapımı “Anlatamadım Mı?” (Analyze That) adlı film, birincisinin kaldığı yerden devam eder. Paul Witty, yapılan bir baskın sonucu polis tarafından yakalanmış ve kodese tıkılmıştır. Ancak büyük sorunla karşıyadır. Çünkü tıkıldığı delikte karşı mafya tarafından öldürülmesi an meselesidir. Tam da psikolojisini yeni toparlamış olan azılı mafya babası, yine manyaklaşır. Ne yapacağını bilemeyen hapishane yönetimi uzman Psikiyatr ...'ın danışmanlığına başvurur. Ben, Paul Witty'ye türlü türlü testler yapar ve mahkumun durumunu onaylar. Savcılık ise radikal bir karar alır ve Paul'ü, Ben'in nezaretinde hapisten çıkarır. Ve böylece Paul Witty, ikinci kez Ben'in yakasına yapışır.
Birincisi kadar temiz ve net olmasa da ikinci film de dena değil. Özellikle ilk bir saati çok çok güzel. Sonrası biraz saçma ve sıkıcı.
Ama her iki filmdeki ince espiriler, kostümler, özellikle oyunculuklar mükemmel ötesi. Düşük reytinglerine aldanmayın, mutlaka izleyin. İzlediyseniz bile, yine izleyin. Pişman olmazsınız.
Hayata İyi Seyirler...

9 Nisan 2013 Salı

"Onurlu Bir Adam" Neden Gurur Yapıyor???

Hollywood'da senaryo sıkıntısı mı çekiliyordur nedir? Neredeyse her başarı öyküsü için bir film çekiliyor. Bunların bir kısmı ilgi çekici olmakla birlikte bir kısmı da türlü türlü meselelerin sanat yoluyla gündeme getirilmesi amacıyla yapılıyor. Hadi gelin bunlardan bir tanesini birlikte inceleyelim.

2000 yapımı "Onurlu Bir Adam" (Men Of Honor) adlı film, gerçek bir hikayeden alınmıştır. Hikayeye göre dönemin Amerikan Başkanı Lincoln, kölelik yasasını kaldırmış ve siyahileri Amerikan Vatandaşı ilan etmiştir. Yaşadığı yerde hiç insan yerinde konmayan genç siyahi çocuk Carl (Cuba Gooding Jr.), bu yasadan yararlanarak donanmaya katılır. Ancak henüz yasayayı benimseyememiş olan ırkçı Amerikalılar, Carl'ın durumunu kabul etmek istemezler ve maalesef Carl, donanmada da insan yerine konmaz. Bu aşağılanmayı gururuna yediremeyen Carl, müthiş hırs yapar. En büyük amacı başdalgıçlığa yükselmek olur. En büyük
 destekçisi ise Başdalgıç Billy Sunday (Robert De Niro) ve karısı Jo olacaktır. 

Filmin yönetmeni George Tillman Jr. Elbette ki bir siyahi. Filmde politik ve bedensel engellerin aşılmasıyla ilgili ibretlik öykü anlatılıyor. İnatçılığın değil ama hırsın, bir insanı nerelere taşıyabileceği çok güzel işleniyor. Eğer dalgıçlıkla, yüzmeyle, askeriyeyle, sakatlıkla ve ırkçılıkla, yada bunlardan en az ikisiyle ilgileniyorsanız, mutlaka izleyin derim.

Hayata İyi Seyirler...

8 Nisan 2013 Pazartesi

"Çizmeli Kedi" Adını Temize Çıkarabilecek Mi???

Animasyon türündeki filmlerin reytinglerinin yüksek olduğunu her zaman söylüyoruz. En düşüğünün bile 7/10'un üzerinde olduğunu artık herkes biliyor. Ama bir film var ki, çocukluğumuz boyunca onun hikayeleriyle büyüdüğümüz halde onun için çekilen filmi beğenmemişiz. İşte size o film.

Gelin 2011 yapımı "Çizmeli Kedi" (Puss In Boots) adlı filme bir bakalım. Yıllar önce öksüz, küçük ve bir kedi bir yetimhane tarafından evlat edinilir. Küçük kedi diğer yetimlerle birlikte "anne" dediği fedakar bir kadın tarafından büyütülür. Zamanla Kedi ve en iyi arkadaşı Yumurta, "sihirli fasulye ve altın yumurtlayan kaz" hikayesi yüzünden her tezgahtan fasülye çalmaya başlarlar. Bu ikilinin işi gücü çılgınca hayallerin peşinden koşmak ve daha kötüsü hırsızlık yapmak olur. Hatta bir gün yine hırsızlık planları yaparlarken Kedi, muhteşem bir kahramanlık yapar ve kendisine çok güzel çizmeler hediye edilir. İşte o gün yılların hırsızı olan Kedi'miz, Çizmeli Kedi oluverir. Artık hırsızlık yapmayacak, kötülerle savaşacaktır. Ancak Çizmeli Kedi'nin arkadaşı Yumurta'nın bu yoldan vazgeçmeye niyeti yoktur. Daha da kötüsü Yumurta Çizmeli Kedi'yi de kötü emellerine alet etmekten çekinmez. Arkadaşı tarafından haince bir tuzağa düşürülen Çizmeli Kedi, hayatının kazığını yer. Yıllar sonra bu ikilinin yolları yeniden kesişir ve hatasını telafi etmek isteyen Yumurta, Çizmeli Kedi'den bir şans daha ister ve Çizmeli Kedi bu teklifi kabul eder. Tek amacı, yıllar önce lekelenen adını temize çıkarmaktır.

Shrek'teki rolü seyircinin beğenisini kazanmış olan Çizmeli Kedi'nin gerçek hikayesinin anlatıldığı film maalesef alışık olduğumuz animasyonlara nazaran biraz çocukça kalmış. Hele o Yumurta karakterinin çizimi çok ürkütücü. Beğenilecek yanı yok diyebilirim.

Yürekten tavsiye edebileceğim bir film değil ama siz bilirsiniz.

Hayata İyi Seyirler...

7 Nisan 2013 Pazar

"Benim Adım Khan"

Yeni nesil Hint filmlerinin çok iyi olduğu söyleniyordu. Geçenlerde "amaaan, Hint filmi mi izleyeceğiz yani?" diyerek izlediğim "3 İdiot"tan sonra fikrim değişti. O gün bugündür "e izleyelim bari" diyerek başladığım bütün Hint filmlerinden büyük zevk aldım. İşte bir tanesi daha.

2010 yapımı (My Name Is Khan) "Benim Adım Khan"a bir bakalım. Müslüman bir Hintli olan Khan, doğuştan Asperger sendromlu tuhaf bir adamdır. (Bu arada Asperger sendromu otizmin bir çeşidiymiş. Yani zeka sorunu yok, sosyalleşme ve odaklanma sorunu var.) Khan, daha çocukken annesinin öğrettiği "iyi insan kötü insan" farkını çok iyi anlamış ve iyi insan olmayı seçmiştir. Khan, annesi ölünce Amerika'daki kardeşinin yanına yerleşir ve bir iş bulur. İş esnasında tanıştığı, bir çocuk annesi kuaför kadın Mandira'ya aşık olur. İnatçı Khan, binbir çaba sonrası Hindu kadını evliliğe ikna eder. Önceleri herşey iyi gider. Ancak ne zaman ki 11 Eylül saldırıları gerçekleşir ve bütün Müslümanlar terörist damgası yer; işte o zaman hayat tepe taklak gitmeye başlar. Khan ve Mandira en büyük darbeyi, Mandira'nın biricik oğlunun öldürülmesiyle alırlar. Çünkü çocuğun öldürülme sebebi soyadının Khan olmasıdır. Mandira bu acıya dayanamaz ve Khan'dan ayrılma kararı alır. Ancak Khan'ın Mandira'yı bırakmaya niyeti yoktur. Khan, hiç suçu olmadığı halde kendini affettirmek zorunda kalır. Bununsa tek yolu Amerikan Başkanıyla görüşmek ve aslında terörist olmadıklarını tüm dünyaya duyurmaya çalışmak olacaktır.

Filmde tanıdık isim yok. O yüzden künyeyle çok uğraşmayalım. Ama reytingleri çok yüksek. Tek kabahati fazla sürükleyici olmaması. Ayrıca İslamiyet'in yaşanması ve anlaşılması ile ilgili bırakın Hıristyan ülkeleri Müslüman ülkelerde bile sıkıntı varken böyle bir filmin çekilesi çok normal. Hatta gecikti bile. Ha bir de Mahsun Kırmızıgül el atmıştı bu konuya Allah razı olsun "New York'ta Beş Minare" filmiyle; o kadar.

Mutlaka izleyin diyorum.

Hayata İyi Seyirler...

6 Nisan 2013 Cumartesi

"Ağır Siklet" Kimleri Dövecek???

Tüm dünyada bir anket yapsanız ve "Kafanızdaki öğretmen şeması nasıldır?" diye sorsanız, tahminen % 90 aynı cevapları alırsınız: "Tatili çok, geliri az, çalışması kolay, çoğunluğu kadın, karizması düşük, işi garanti, kişiliği sosyal, hayatı sakin ve sade." Tamamen katılıyorum, çünkü ben de öğretmenim. Ama bazen sıradışı olaylar da yaşanmıyor değil. Böyle şeyler olduğunda da filmlere konu oluyor işte.

2012 yapımı "Ağır Siklet" (Here Comes The Boom) adlı filme bir bakalım. Biyoloji Öğretmeni Scott, işinde pek iyi olmayan hatta müdürden neredeyse öğrenciler kadar fırça yiyen bir bekar bir adamdır. Okulun müzik öğretmeni  ise Scott'ın tam tersine okula muhteşem bir öğrenci orkestrası kazandırmış işinin ehli bir ihtiyardır. Günün birinde okul müdürü bir toplantı yapar ve okulun ekonomik krizde olması sebebiyle yıl sonunda müzik öğretmenini işten çıkaracağını açıklar. Oysaki ihtiyar müzik öğretmeni 22 yıl aradan sonra sürpriz bir şekilde baba olacağını öğrenmiştir ve paraya her zamankinden daha fazla ihtiyacı vardır. Scott, arkadaşına nasıl yardım edeceğini planlarken TV'de rastladığı bir kafes dövüşü kendisine ilham verir. Eski bir güreşçi olan Scott parayı Karışık Dövüş Sanatları Dövüşlerine katılarak biriktirecektir.

Filmin yönetmeni "Click" filminin de yönetmeni olan Frank Coraci. Başrol oyuncusu ve senaristi ise "Aşk Doktoru"ndan tanıdığımız Kevin James. Kendisine bir de Salma Hayek eşlik ediyor. Yine de ikisinden daha fazla dikkat çeken dazlak antronör Niko'ya dikkat etmenizi de tavsiye ederim.

Filmin konusu basit. Öyle muhteşem oyunculuklar yok. Yine de fena değil. Filmin en önemli temalarından biri arkadaşlık kavramı. Ama maalesef çok iyi ve derin işlendiğini söyleyemeyeceğim. Sonucu da belli. Ama yine de izlemesi çok keyifli.

Yorgun bir günün akşamında patlamış mısırınızı alın ve TV'nin karşısına oturun. Sonra da gülümseye gülümseye izleyin.

Hayata İyi Seyirler...

4 Nisan 2013 Perşembe

"Masumiyet Yaşı" Kaçtır???

Soyluluk denen müessese oldum bittim ilgimi çekmiştir. Yanlış anlamayın zenginlik, sonradan görmelik, Aşk-ı Memnu ihtişamı, cemiyet hayatı falan değil bahsettiğim şey. "Dila Hanım"ı ölüme götüren sorumluluk duygusu bahsettiğim şey. Yada "Basil"in aslında Kont olan babasının evsiz barksız ölmesine sebep olan sorumluluk duygusu bahsettiğim şey. Belki de parayla satın alınabilecek herşeye sahip olan Bruce Wayne'in Gotham şehrine karşı duyduğu sorumluluk duygusu bahsettiğim şey. Bunun parayla pulla alakası yok, sorumluluk ve asaletle alakası var. İşte bu denli bir sorumluluk duygusuna sahip bir grup soylunun hayatlarına bir bakalım mı?

1993 yapımı "Masumiyet Yaşı" (Age of Innocence) adlı film 19. Yüzyılda New York'ta geçiyor. Hikayeye göre Archer (Daniel Day-Lewis) ve May (Winona Ryder) New York'un en soylu iki ailesine mensup iki gençtirler. Bu nişanlılık elit tabakanın onayını ve taktirini kazanmış başarılı bir ilişkidir. Ancak May'in sülalesi ciddi bir sorunla karşı karşıyadır. May'in kuzeni Ellen (Michelle Pfeiffer) alkolik ve zampara kocasından boşanmak istediğini söyleyerek baba evine geri dönmüştür. Ancak boşanma diye bir kavram tanımayan gelenekler, Ellen'ı ve sülalesini sıkıntıya sokmuştur. Sülalenin ileri gelenleri Ellen'ı bu boşanmadan vazgeçirmek için derhal harekete geçerler. Müstakbel damat Archer bir anda hem dışarıdan bir göz, hem de iyi bir avukat olarak en uygun tavsiyeci konumuna geliverir. Ancak başbaşa yapılan bu görüşmeler hiç umulmadık bir aşkın fitilini ateşleyecektir.

Film öylesine güçlü bir romandan uyarlanmış ki neredeyse her cümlesi bir atasözü yada bir veciz niteliğinde. Tam bir edebiyat şaheseri. Filmin yönetmeni ise "Shutter Island" ve "Good Fellas"ta da imzası bulunan Martin Scorsese. Zaten film pek çok dalda Oscar'a aday olup "En İyi Kostüm Oscarı"nı kucaklamış.

Zekice yazılmış diyaloglara, üst düzey oyunculuklara ve asilce yapılmış fedakarlıklara hasret kaldıysanız mutlaka izleyin derim.

Hayata İyi Seyirler...

"Aşkın Büyüsü" Kaç Kişiyi Yakacak???

Romantik komediler çıkalı, romantik dramaların pabucu dama atıldı. En yakışıklı jönleri yada en güzel kadınları bile soytarı gibi görmeye alıştık neredeyse. Ama bu gün bir film izledim. Aaa! O da ne! Romantik drama türünde. Hani şu bizim eski nesil Türk filmlerine benzer. Hani şu Hülya Koçyiğit'li, Kartal Tibet'li olanlardan.

2011 yapımı "Aşkın Büyüsü" (Water For Elephants) adlı filmden bahsediyorum. Filmimize bir bakalım. Veterinerlik Fakültesi öğrencisi olan Jacob (Robert Pattinson), aniden annesinin ve babasının ölüm haberini alır. Bir anda kararan Jacob, okulu bırakır ve kendiini yollara vurur. Bir gece, karanlığı fırsat bilerek kaçak yolcu olarak bir trene atlar ve sabah uyandığında trenin bir sirk treni olduğunu görür. Çılgın sirk çalışanları içinde Jacob'un dikkatini ilk çeken kişi at binici akrobat kadın Marlena (Reese Whitherspoon) olur. Marlena'dan çok hoşlanan Jacob sirkin veterineri olarak ekibe katılır. Ancak Jacob'un bu ilgisi sirkin acımasız patronu August'un (Christoph Waltz) gözününden kaçmayacaktır. Zira güzeller güzeli Marlena, patronun karısıdır.   

Film elbetteki bir roman uyarlaması. Sara Gruen'in aynı adlı romanından uyarlama. Filmin yönetmeni ise Francis Lawrence.

Kemikleşmiş Türk filmlerinden fazla bir bir farkı yok. Yalnızca bir tık daha önde olduğunu söyleyebiliriz. Ha "O tür filmlere karnımız tok bizim" derseniz, size hak veririm.

Hayata İyi Seyirler...

2 Nisan 2013 Salı

"Güllerin Savaşı"nda Kazanan Kim Olacak???

Bir keresinde bir öğrencim şöyle bir soru sormuştu. "Hocam, kimya sınavından çıktığımızı ve kimya bilmediğimizi düşünebiliyor musunuz???" Bu cümle kafamda öyle yer etmişti ara sıra ben de benzer sorular soruyorum. Şunu gibi:  "Komedi filmi izlediğimi ama hiç gülmediğimi düşünebiliyor musunuz???"

1989 yapımı "Güllerin Savaşı" (The War Of Roses) adlı filme bir bakalım. Film, Avukat Gavin'in (Danny Devito), 13 yıl sigarayı bıraktıktan sonra niçin tekrar sigaraya başladığını anlatmasıyla başlar. Hikayeye göre, Oliver (Michael Dougles) ve Barbara (Kathleen Turner) henüz genç yaşta romantik bir tanışma sonucu evlenmiş ve iki çocuk sahibi olmuşlardır. Zaman, Rose çiftinin lehine işlemiş, Barbara mükemmel bir ev hanımı ve anne olmuş, Oliver çok paralar kazanmıştır. Günün birinde Barbara aniden bir telefon alır ve Oliver'ın kalp krizi geçirdiğini öğrenir. Ancak bir tuhaflık vardır. Bu haber, Barbara'yı üzmemiş, aksine mutlu etmiştir. Bunu farkeden Barbara derhal boşanma kararı alır ve mahkemeye başvurur Ancak sahip oldukları süper lüks ev, boşanma davasını yokuşa sürecek en önemli etken olacaktır.

Filmin yönetmeni usta oyuncu Danny Devito'nun ta kendisi. Filmin ilginç hikayesinin de bir roman uyarlaması olduğunu belirtelim.

Film fena değil ama herhangi bir kategoriye koyamıyorum. Hele komedi kategorisine hiç. Yine de farketmez derseniz, siz bilirsiniz.

Hayata İyi Seyirler...