30 Ocak 2013 Çarşamba

Biz Nasıl Mutlu Olacağız???

Mutluluk için eskiye dair şeyler bulmak sanki daha kolay. Hayatı kolaylaştıran onca yeniliğe, gelişime rağmen gittikçe daha da zor mutluluk. Beklentilerimiz fazla, aldıklarımız çok fazla. Hiç de mutlu değil ama kimseler.

İstemelere yakın vermelere uzağız. Beklemelere çok uzağız. Geçmişin destanlarına, kahramanlarına, mutlu sona ulaşan aşklarının acıları da içeren dizgelerine çok ama çok uzağız. Elimizde sayısız haz “aplikasyon”uyla mutluluğu arıyoruz.

Oysa mutluluk olan ve sonra biten bir şey değildir. Mutlu olmaya dair hamlelerle devam eder insan yaşamaya. Bu hamleler -özellikle de ‘özgür’sek- sanıldığından daha acılıdır. Trajediyi başından ayağına yememiş bir mutluluktan söz edemeyiz. İnsan ancak ihtişamlı bir trajedinin içinden süzülen bir mutluluk anına sahip olabilir.

Hangisi mutluluğu daha çok bilir ve yaşar? Öleceğini bilerek yaşayan insan mı, öleceğini unutmaya çalışarak yaşayan insan mı? Çağın bütün ‘alet’ leri bu soruya ikincisinden yana tavır koyuyor. Çünkü unutmak için sürekli ama sürekli ve artan miktarlarda “tüketmek” gerekiyor. Neyi mi? Hiç önemi yok. Haz kovasının dibi deliktir ve dibi delik bir kovayı dolduramazsınız. Sürekli akıtmanız gerekir ama asla dolmayacaktır.

Mutluluğun tarifini kimler yapıyor sizin için hiç düşündünüz mü? Reklamlar yapıyor. Katı meyve sıkacağı, daha ucuza SMS, hassas diş etlerinize çare üreten macun, dişlerinizi hassaslaştıran ama içerken daha “cool” görüneceğiniz gazlı içecekler, daha seksi görünmek için giyeceğiniz bikiniler, yalarken daha çekici görüneceğiniz dondurmalar… Bunlar sizi mutlu edecekler. Bir takım salak psikologlar-psikiyatristler, ne idüğü belirsiz yaşam koçları, kırmızı kıravatlı doktorlar var bir de: Hızla ve hemen, acısız ve şimdi daha mutlu, daha seksi, daha sağlıklı olmanız için size tarifler sunan. Gerçek(!) mutluluğun tarifini sizin biricik hakikatinizden uzak biçimde ortaya koyan, genelleyen hatta size ne yaparsanız mutlu olacağınızı söyleyen ve hatta bunu pazarlayan bütün bu yapının içindesiniz. Oysa mutluluk tüketerek değil üreterek var edilebilir.

Homeros, Shakespeare veya Dostoyevski okumamış olabilirsiniz. Ama Yüzüklerin Efendisi’ni veya Batman’i izlemiş veya okumuşsunuzdur. Hiç baştan aşağı mutluluk ve hazla örülmüş bir destan gördünüz mü? Çocukluğunda yarasalardan korktuğu o ağır tecrübeyi yaşamasaydı Batman olabilir miydi Bruce Wayne? Geçtim destanları, edebiyat eserlerini romantik komedilerde bile baştan sona engelsiz, sorunsuz sadece eğlenceli bir aşk gördünüz mü?

Mutluluğu mu arıyoruz? Bulamıyor muyuz? Neyle arıyoruz? Onu aradığımız araçlar mutluluğa gitmemizin asıl engeli olabilir mi?

2013 için mutluluk reçetesi(!) yazalım biz en iyisi:

“Hem çok çikolata hem çok zayıflama mı dediniz?!!! Hem aşk istediniz hem de kayıp duygusu hiç olmasın mı dediniz?!!! Hem özgür olmak hem de asıl sorumluluğun özgürlük olduğunu bilmek mi istemiyorsunuz? Hem hiç emek vermeyip hem de koşulsuz mutluluk mu istiyorsunuz? Sizi şöyle alalım. Çağın en verimli tüketicisisiniz. Size bayılıyoruz. Adınızın hiç önemi yok. Kredi kartı numaranız yeterli. Size mutluluk vaadediyoruz. Bir sürü seçeneğiniz var. Şu kişisel gelişim kitaplarından üç tane alınız. Şundan da üç tane alırsanız TV’ye çıkmak için çekilişe katılacaksınız. Günde 10 adet şundan yiyiniz. Eviniz için Feng Shui kursuna katıldıktan sonra yogashala’ya haftada üç gün gitmelisiniz. En az iki gününüzü de yaşam koçunuzla geçireceksiniz. Sporu ihmal etmeyin. Spordan sonra şarap kursuna gideceksiniz. Bazı kaygılarınız size rahatsız ediyor. Mutlu olmak için kaygıdan uzak durmalısınız. Bunun için hem bolca Brüksel Lahanası yemeli hem de terapiye gitmelisiniz. A, M, N, K, Y vitaminlerini ihmal etmeyiniz. Diyetisyeninizin bekleme odasında Mevlana’nın özlü sözlerini içeren o parlak kitabı da okumayı ihmal etmeyin. Organik gıdaların önemini artık biliyorsunuz. Özellkle sabah koşunuzdan once mutlaka ama mutlaka laktozsuz sütünüzü için. Moda tasarımcınızdan iletişim danışmanınıza mutlaka yürüyerek gidin. Yürürken ayağınızda mutlaka özel tabanlı spor ayakkabılarınız olsun. Terledikten sonra egzersiz sonrası antiaging kreminizi unutmayın….”


-ALINTIDIR-
Hürriyet, Fikirler 2013, Cem Mumcu: "Biz Nasıl Mutlu Olacağız?"

25 Ocak 2013 Cuma

"Buz Aşkı" Neye Mal Olacak???

Hayata tutunma hikayelerinin bazı insanlara umut kaynağı olduğu doğru. Bu sebeple olacak ki ibretlik hikayeler yakalayan yapımcılar o hikayelelere film çekmeden bırakmıyor. İşte onlardan biri daha.

2010 yapımı "Buz Aşkı" (Ice Castle) adlı filme bir bakalım. Alexis (Eve Crawford), Amerika'nın soğuk eyaletlerinde büyümüş ve hayatını evlerinin önündeki buz gölette kayarak geçirmiştir. Annesinin ölümünden sonra babasıyla yaşamaya devam etmiştir. Genç Alexis'in bir de Buz Hokeycisi olan çok sevdiği bir erkek arkadaşı vardır. Bir gün Alexis yine gölette kayarken bir Paten Menajeri Alexis'i keşfeder ve yarışmalara katılmaya ikna eder. Kamp başka bir eyalettedir ve yarış atına dönen Alexis geride bıraktıklarından kopmaya başlamıştır. Özellikle sevgilisiyle arası iyice açılmış olduğundan morali bozuktur. Biraz sakinleşmek için kendini piste veren Alexis, sıçrayışı sırasında korkunç bir şekilde düşer ve beyin sarsıntısı geçirir. Bu sarsıntının sonucunda Alexis ne yazık ki %95 oranında kör olur. Hayata küsen Alexis'in yardımına ise yine geride bıraktıkları koşacaktır.

Film çok akıcı değil, ama çok kötü de değil. Ailece izlenebilecek bir film. "Dalgalara Karşı" (Kolunu köpek balığına kaptıran sörfçü kızın hikayesi) filmini sevdiyseniz, bunu da seversiniz.

İzleyin, umutlanın.

Hayata İiyi Seyirler...

"Banka İşi" Ne İş???

Gün geçmiyor ki Jason Statham'ın başrol oynadığı bir film yazmayayım. Piyasanın en popüler filmlerinin en iyi rollerini kapan (usta olmasa da) ünlü aktörün bir filmine daha bakalım.

2008 yapımı "Banka İşi" (The Bank Job) gerçek hikayeden yola çıkılarak yapılmış bir soygun filmi. Hikayeye göre Terry (Jason Stathom), evli barklı bir araba satıcısıdır. Bir gün Terry'nin eski bir arkadaşı Martine (Saffron Burrows), Terry'ye çok ustalık gerektiren bir soygun teklifiyle gelir. Hedef, Londra'daki Baker Caddesinde bir bankanın kişisel kasalarıdır. Uzun konuşmalardan sonra Terry işi kabul eder. Ekip toplanır, ekipman tamamlanır. Süreç başlamıştır. Ekip, çalışmalarını titizlikle tamamlar ve kasalara başarıyla ulaşır. Sevinç içindeki soyguncu takımı, ellerindeki matkaplarla rastgele kasalara hücum eder. Ancak Martine, doğrudan X numaralı kasaya yönelir. Bu durum Terry'nin gözünden kaçmamıştır. Terry, Martine'i konuşması için sıkıştırır ve o an korkunç bir gerçekle karşı karşıya olduğunu ve tufaya getirildiğini anlar. Zira o kasada kraliyet ailesine mensup prenseslerden birinin yasak cinsel ilişki kasetleri bulunmaktadır.

Soygun filmlerini sevenler için dört dörtlük bir film. Tıpkı Ocean's Eleven gibi, Inside Man (İçerideki Adam) gibi şaşırtıcı bir film.

İzleyin, tatlı tatlı heyecanlanın.

Hayata İyi Seyirler...

"Amerika Rüyası" Nedir???

Çocukken izlediğim, yakın bir tarihte yeniden izlediğim ve aynı tadı  yeniden aldığım çok cici bir filmden bahsetmek istiyorum. Eddie Murpy'nin yine kılıktan kılığa girdiği romantik komedi türünde bir film.

1988 yapımı “Amerika Rüyası” (Coming To America) adlı filme bir bakalım. Prens Akeem (Eddie Murphy) Afrikalı bir Kralın biricik oğludur. Gençtir, yakışıklıdır, bakımlıdır, iyi eğitimlidir. Yediği önünde, yemediği arkasındadır. Sarayda ya da saray dışında yürüdüğü yollara güller dökülerek gezmektedir. Ancak Akeem bu kadar imkana rağmen hiçbir zaman şımarık biri olmamıştır, aksine bu ilgiden sıkılmıştır.
Gün gelir, Akeem bir kızla evlenecektir. Düğünler kurulur, davetliler çağrılır, damat Akeem evliliğe hazırlanır ve Akeem'in karşısına ülkenin en güzel kızı getirilir. Ancak Akeem, kızla ilgili tuhaf bir şeyler sezer ve kızı tutup sakin bir yere çeker. Kız tam da Akeem'in düşündüğü gibi biridir. Yani tam bir kukladır. Bu durumdan hiç hoşlanmayan Akeem , kendi prensesini kendisi bulmaya karar verir. Hem de sıradan bir insan olarak. Akeem'in haritada karşısına çıkan yer, kulağa adeta prensesler diyarı gibi gelen “Queens” eyaletidir.
Film çok cici, çok sevimli. Hatta bence Eddie Murphy'nin en iyi filmi. Hatta senaristlerden biri Eddie Murphy'nin kendisi.
Kısacası izleyin, gülün.
Hayata İyi Seyirler...
P.S. Bu arada filmi dublajsız izlediğinizde Akeem'in babasını oynayan James Earl Jones'un muhteşem sesine dikkat edin. Kendisi Star Wars serisinde Darth Vader'ı seslendiren kişidir.

"Schmidt Hakkında" Neler Öğreneceğiz???

Şu Jack Nicholson yaşlandı, koca adam oldu, ama hala performansından bir şey kaybetmedi. Bir zamanların "Joker"ini bir gün bu rolde göreceğim hiç aklıma gelmezdi.
2002 yapımı "Schmidt Hakkında" (About Schmidt) adlı filme bir bakalım. Warren Schmidt (Jack Nicholson) emekli olduktan sonra eve kapanmış, adeta karısının başında ekşiyip duran sevimsiz bir ihtiyardır. Bir gün nasıl olduysa  dışarı çıkar ve dönüşte yaşlı (ama hayata bağlı) karısını evde ölü bulur. Bu ani ölüm, Warren'ı sarsmıştır. Bir de cenazeye gelen biricik kızlarının, o güne kadar içinde tuttuğu bir çok şeyi Warren'ın yüzüne çarpması Warren'ı daha derin bir yasa sürükler. Herkes evlerine dağıldıktan sonra Warren o evde hiç bir zaman sevgisini gösteremediği karısının anılarıyla yapayalnız kalmıştır. Evin her köşesinde karısından kalan eşyaları toplamaya başlayan Warren, karısının özel eşyalarının arasında korkunç bir şey bulur: Karısının başka bir adamdan aldığı aşk mektupları... Bu kötü sürpriz acaba karısının çapkınlığından mı, yoksa kendi sevgisizliğininden mi kaynaklanmıştır? Warren bu gerçekle, çıkacağı yolculukta yüzleşecektir.

Film sevimli bir drama. Trajikomik türden de diyebiliriz. Bilinçaltımızın bize nasıl hata yaptırabileceğini yada bazen bilinç altımızı gizlemek için ne yalanlar attığımızı gösteren çok güzel bir film. Filmin bir roman uyarlaması olduğunu da ilave edeyim.

Filmi izleyin. Size tatlı tatlı tebessüm ettireceğinden eminim.

Hayata İyi Seyirler...

24 Ocak 2013 Perşembe

"Akıllı Ol" İzlemek Şart Mı???

Şu Amerikalıların "Rus" korkusu bitmeyecek. 10 filmin 8'i Rus düşmanlarla ilgili. Geri kalan 10'da 2'lik kısmı da Müslümanlarla Vietnamlılar oluşturuyor. (Asıl kimin kime saldırdığı da belli değil ya, hadi neyse...)

2008 yapımı "Akıllı Ol" (Get Smart'a ) çok kısaca bir bakalım (zira film basit). Amerika yine ezeli düşmanının tehtidi altındadır. Hem de nükleer bomba yoluyla. Bu işle görevlendirilen Max (Steve Carell) ve Ajan 99 (Anne Hathaway) canlarını dişlerine takıp saldırıyı önlemeye çalışacaklardır. Bu süreçte bu ikili birbirleribi yakından tanıyacak, sonra da yakınlaşacaklardır.

Filmin yönetmeni Peter Segal, kült olmayan ama tebessüm ettiren pek çok filme imza atmış bir yönetmen. İşin tuhafı, filmin yazar kadrosunun dört kişiden oluşuyor olması. Zira "dört kişi yaza yaza bu kadar mı yazabilmişler?" demekten kendinizi alamıyorsunuz.

Filmin reytingleri ortalama düzeyde ama bence o kadarını hak etmiyor. Komik olmayan bir komedi. Heyecan yaratmayan bir aksiyon. Öngörülebilir bir son.

Ben tavsiye etmiyorum. Siz bilirsiniz.

23 Ocak 2013 Çarşamba

"Zombieland"da Neler Olacak???

Reytinglerinin çok yüksek olması sebebiyle ilgimi çeken bir film izledim. Film hiç de tarzım değildi, ama bu tür filmleri seven çok insan olduğunu bildiğim için yazmam gerektiğini hissettim.

2009 yapımı “Zombieland” adlı filme bir bakalım. Amerika, zombilerin işgali altındadır. Heryerde özürlü özürlü bağırıp çağıran, her insanı yemeye çalışan ve yürüyen ucubeler kol gezmektedir. Zombie sayısı insan sayısını geçmiştir. Bir kere ısırılan bir insanın bir daha kurtulma şansı yoktur. Böyle bir ortamda, artık mahallesinde sağlam kalmış hiç kimsenin olmadığını anlayan Columbus (Jesse Eisenberg), pılını pırtısını bir valize doldurur ve oradan kaçar. Columbus yolda otostop yapar. Karşısına çıkan kişi Tall'dur (Woody Harrelson). Kendisi tam bir zombi avcısıdır. Yüzlerce zombi öldürmüştür ve bundan büyük keyif almıştır. Columbus ise o güne dek onlarca zombi öldürmüştür ama aslında tırsık ve kuralcı gencin tekidir. Öldürdüğü zombilerin hepsini can havliyle öldürmüştür. Bu uyumsuz ikili, yolculukta karşılaştıkları iki bebek yüzlü genç kız tarafından fena halde dolandırılınca, onları bulmak için peşlerine düşerler. İşte bu yolculuk onlara asıl düşman düşmanın kim olduğunu gösterektir.

Başta da söylediğim gibi, film hiç benim tarzım değil. Filmelerdeki mide bulandırıcı görüntülerden hoşlanmam ben. Ama bir zombi filminin komedi türünde olması hiç de fena olmamış. En azından filmi izlenebilir kılmış. Yine de tavsiye etmiyorum tabi ki. Ama ille de zombi filmi derseniz, başkasını değil, bunu izleyin.

Hayata İyi Seyirler...

"Sanctum" Mağarada Neler Olacak???


3D filmlere geçiş dönemindeki ilk filmlerden biri.

2011 yapımı “Sanctum”a bir bakalım. Josh (Rhys Wakefield), dünyanın en iyi mağaracılarından biri olan Frank Mcguire'ın (Richard Roxburgh) oğldur. Josh'un babasıyla arası pek iyi değildir, zira babası mağaraları kendisinden çok sevmiştir ve ömrünü mağaralarda geçirmiştir. Josh ve macerapesest arkadaşları bir gün muhteşem bir mağarayı keşfedecek olan takıma katılmaya karar verirler. Takımın lideri ise Frank olacaktır. Hazırlıklar tamamdır, coşku tavandır. Ancak beklenmedik bir aksilik sonucu mağarayı sel basar ve 7-8 kişilik ekip mağarada mahsur kalır. Macera bir anda katliama dönmeye başlamıştır. Çünkü ekiptekilerin tecrübesizliği, onların hayatına mal olmaya başlamıştır. Filmin sonunu elbette ki söylemeyeceğim. Ama bu yolculuğun tek iyi yanı baba-oğul arasındaki gerginliğin ortadan kaldırması olacaktır.

Yaşanmış bir hikayeden yola çıkılarak yapılmış filmin senaryosu çok güçlü değil. Sadece baba-oğul ilişkisi üzerinden güçlendirilmeye çalışılmış, o kadar. Oyunculukların da muhteşem olmadığını söylemek güç. Hele filmin sonu (bazı ölüm şekilleri de buna dahil), hiç makul değil.

İzleyin, halinize şükredin.

Hayata İyi Seyirler...

21 Ocak 2013 Pazartesi

"Kadavra" Tırstım...

Yıllar önce izlediğim bir filmi yeniden izleme fırsatı buldum. Reytingleri, hak etmedği kadar düşük olduğu için de yazma ihtiyacı duydum.
2008 yapımı "Kadavra" (Pathology) adlı filme bir bakalım. Harvard Üniversitesi Tıp Fakültesi mezunu Ted (Milo Ventimiqlia) prestijli bir üniversitenin Patoloji bölümünde işe başlar. Hocası iyidir. Ama internler için aynı şeyi söylemek mümkün değildir. Zira kendileri Ted'den pek hoşlanmamışlar. Ted onlara mümkün oldukça bulaşmamaya çalışır, ama altta kalmaya niyeti de yoktur. Bir akşam bu kötü çocukların drink alma tekliflerini kabul eder ve gecenin sonunda Jake, sarhoş olan Ted'i izbe bir yere götürür. Jake, şişman zenciyle bir pazarlık yapar ve içeri girerler. Ted'in buranın bir randevu evi olduğunu anlaması uzun sürmez. Ertesi sabah klinikte bir otopsi yapılacaktır. Cesedin üzerindeki örtü açılır ve Ted gördüklerine inanamaz. Zira masada yatan adam, o şişman zencidir. Bu olayın devamında Ted, internlerden korkunç bir teklif alır. Partiye katılmak. Peki parti ne mi? "En mükemmel cinayeti kim işleyecek ve masaya getirecek partisi". Ted bir şekilde bu oyunun içine sürüklenir. Ama tuhaf olan şey. Ted'in de bu olaydan zevk almaya başlamasıdır. 

Aslında film ucuz ve seviyesiz cinsellik ögelerinin dışında çok güzel. Onun dışında reytinglerinin neden bu kadar düşük olduğunu ben de anlamadım. Üstelik filmde "Tetikçi" serisine de el atmış olan Mark Nevelde'nin parmak izlerini görüyoruz.  

Kısacası film güzeldi. İzleyin, tiksinin.

Hayata İyi Seyirler...

Neyin "Kefaret"i???

Ağır aksak aşk filmi sevenlere duyurulur. Çoğunu ileri sararak izleyeceğiniz, sürprizli sonunda ise kedere boğulacağınız trajik bir drama.

2007 yapımı "Kefaret" (Atonement)'a bir bakalım. 13 yaşındaki Briony ergenlikle yeni tanışmakta olan heyecanlı bir kızdır. Broiny ve kalabalık ailesi, şato vari bir evde zenginlik içinde bir hayat sürmektedirler. Bir gün evin kahyasının oğlu Robbie (ki kendisi yeni yetme bir doktordur) küçük Briony'ye bir mektup verir ve bu mektubu Briony'nin ablası Cecilia'ya vermesini ister. Ancak Robbie, bu mektubu verdikten dakikalar sonra büyük bir hata yaptığını farkeder çünkü zarfa yanlış mektubu koymuştur. (zarfa Cecilia ile ilgili fantezilerini karaladığı mektubu koymuştur.) Briony'nin bu yasak mektubu okumasıyla çifte kavrulan hata, bir kaç gün sonra gelişen alakasız bir tecavüz olayının da Robbie'ye yüklenmesiyle büyük bir trajediye neden olur. Peki 13 yaşındaki Briony'nin yanlış anlamaları ve yanlış yorumlamaları sebebiyle yaptığı aleyhte tanıklık, Robbie'ye nasıl bir kefaret ödetecektir? Gerisini filmi izleyin ve görün.
 Festival filmi tadında bir dram. Cecilia'yı canlandıran Keira Knightley ve özellikle Robbie'yi canlandıran James McAvoy çok başarılılar. Filmin yönetmeni, roman uyarlamalarını çok seven Joe Wright. Romanın yazarı ise Ian McEwan.

Filmin reytingleri çok yüksek. Bence o kadarını hak etmiyor ama yüksek işte. İlla da izlemek isterseniz, siz bilirsiniz.

Hayata İyi Seyirler...  

"Aşkın Peşinde" Nereye Kadar Koşulur???


Yine bir romantik komedi. Son çare olarak izlediğim filmlerden biri. 2006 yapımı (Aşkın Peşinde) “Catch And Release” adlı filme bir bakalım.
Gray (Jennifer Garner), nişanlısını çok seven ve gelinliğini bile diktirmiş vaziyette düğününü bekleyen genç bir kadındır. Ancak nişanlısının aniden ölmesi, genç kadını şok eder. Hele bir de rahmetli nişanlısının en iyi arkadaşı Fritz'in (Timothy Olyphant) cenaze törenin sırasında hizmetli kızla kırıştırdığını gören Gray, öfkeyle karışık acılara boğulur. Arkadaşları Gray'i teselli etmek için türlü çarelere başvururlar. Ancak Gray'in zamana ihtiyacı vardır. Bu zaman içerisinde Gray rahmetli nişanlısıyla ilgili şok edici iki şey öğrenir. 1) Nişanlısının çok zengin olduğu 2) Nişanlısının başka bir kadından çocuğu olduğu. Daha da tuhafı, bu yüklü miras bir şekilde Gray'e kalmıştır ve küçük çocuk bir gün annesiyle birlikte çıkagelmiştir.

Film basit. Kafa dinlendirici. Bizim kültürümüzle uzaktan yakından alakası yok. Ama çoğu romantik komedide olduğu gibi filmin sonunda verilen sadakate dayalı mesaj güzel.

Yürekten tavsiye edemeyeceğim, ama denk gelirseniz izleyin.

Hayata İyi Seyirler...

20 Ocak 2013 Pazar

"Zoraki Kral" Kekemeliği Yenebilecek Mi???

İzlediğim en bayık filmlerden filmlerden birinin tv'de yayınlanacağını duyunca, sosyal sorumluluk adına yazmam gerektiğini düşündüm.

2010 yapımı "Zoraki Kral" (King's Speech) adlı filme bir bakalım. İngiltere Krallığı'nın iki Prensinden küçük olan George, kemale ermiş yaşına rağmen bir sorununu çözememiştir: Kekemelik. Bu sebeple nereye gitse eline bir mikrofon tutuşturulan prensin en kısa konuşması bile 45 dakika sürmektedir. Bunu kendine dert eden prensin ders almadığı hoca kalmamış, hatta bir keresinde ağzında taşla konuşmaya çalışan prens ölümden dönmüştür. Prens bir gün karısı ile birlikte yeni bulunan hocayı ziyaret eder. Hocanın yöntemleri çılgınca gelir ama denemekten başka çare yoktur. Koskoca prens, kekemeliğini yenebilmek için kırk takla atar. Epey de yol kat eder. Bir gün Büyük Prensin (sürpriz bir gelişmeyle) kral olamayacağı anlaşılınca, bizim Prens George birden kral oluverir. Üstelik tam da Nazi işgaline beş kala. Kamu oyu, Kral George'dan önemli mesajlar beklemektedir. Herkes radyosunu açmış, yeni kralın ne söyleyeceğini merak etmektedir. Kral George'un eline yine bir mikrofon verilir. Acaba kral bu konuşmayı kekelemeden başarabilecek midir? 

Yaşanmış bir hikayeden yola çıkılarak yapılmış filmin yönetmeni, şu yenilerde çekilen "Sefiller"in de yönetmeni olan Tom Hooper. Kral 6. George'u canlandıran ünlü aktör ise bu filmdeki performansıyla "En İyi Erkek Oyuncu Oscar"ını alan Colin Firth.

Hikaye çok dramatik, ama film çok bayık. Tam bir festival filmi. İzle izle bitmiyor. Ama kekemelik sorunu olanlar için büyük bir umut kaynağı olabilir, o kısmına bir şey diyemeyeceğim.

Ben yürekten tavsiye edemiyorum ama siz bilirsiniz.

Hayata İyi Seyirler...

18 Ocak 2013 Cuma

Batman Nasıl "Kara Şövalye"ye Dönüştü???

Gelelim efsane serinin ikinci filmine. 2008 yapımı "Kara Şövalye"(Dark Knight) da en az birinci film kadar dolu dolu. Yani 50 filmlik hikaye yine bir tek filme sığdırılmış. (Biraz spoiler verebilirim, *'lı paragrafa dikkat!!!)

Filme bir bakalım. Bruce Wayne gizli kahramanlık işine iyice ısınmıştır. Wayne Yatırım'ın işleri Lucius tarafından tıkır tıkır yürütülürken, Bruce güzel kızlarla ve pahalı arabalarla sağda solda salınmaktadır. Elbette ki bu pozlar, Bruce Wayne'in sırrını perdelemek için paravan olarak kullanılmaktadır. Bir tarafta Komiser Gordon, bir tarafta korkusuz Bölge Savcısı Harvey Dent ve diğer tarafta da Batman, Gotham'ı olağanüstü güvenli bir şehre dönüştürmüşler, mafya babalarının bile sesini kısmışlardır.
Ancak Gotham'da yaşayan milyonlarca insanın içinden çıkan bir zır deli, şehrin bütün dengelerini altüst eder: Joker... Bu psikopat adam ne ölmekten çekinmektedir, ne de öldürmekten. Hapse girmek onun için hiç mi hiç önemli değildir. Bir ailesi, bir arkadaşı ya da bir ayak bağı yoktur. Geçmişi karanlık, tipi iğrençtir. Paraya değer veren biri değildir. Neden kötülük yaptığını kendisi bile bilmemektedir. Tek istediği,  (Alfred'in de dediği gibi) dünyanın yandığını görmek, aslında tüm insanların kendisi kadar aşağılık olabileceğini göstermektir. Bunu ıspatlamak içinse kendine kobaylar seçmiştir: bir gemi dolusu masum insan, bir gemi dolusu mahkum, ve en önemlisi Harvey Dent. 
***Tüm bu süreçte planları tıkır tıkır işleyen Joker, maalesef Harvey Dent'le ilgili emeline korkunç bir yoldan ulaşmayı başarır. Bunun bedelini ödeyecek olan kişi ise Batman olacak, bu görkemli kahramana "Kara Şövalye" damgası vurulacaktır.
Filmin ne kadar iyi olduğunu tarif etmenin bir yolu yok. 1989 yapımı Batman filmindeki Joker'e ne kadar güldüysem, bu Joker'den o kadar ürktüm. Ayrıca Harvey Dent'in "Twoface"e dönüşüm süreci başlı başına bir film olabilecekken, muhteşem bir kurguyla bu filmin baş karakterine dönüşmüş.

Bu filmi tavsiye etmeyeyim de hangi filmi tavsiye edeyim. Mutlaka izleyin.

Hayata İyi Seyirler...

"Sefiller" Müzikali Nasıl Bir Film???

Şu hayatta kimse durup dururken bir yerlere gelmiyor. 40 yıl düşünsem aklıma gelmez, Hugh Jackman'ı ve Russell Crowe'u müzikal bir filmde, hem de “Sefiller” müzikalinde izleyeceğim. Üstelik de kendi sesleriyle ve muhteşem performanslarıyla.

Filmin girişindeki 5-10 dakikanın seyrine doyum olacak gibi değil. Çünkü en az görsel şölen kadar olağanüstü bir besteyle de hafızalarınıza kazınacak bir sahne...
 (Hugh Jackman) ve Javert'in (Russell Crowe) ölümüne dövüştükleri sahnedeki müzikal kapışmaları da anlatılır gibi değil... Devrimci Marius ve yoldaşlarının direnişlerinin tarifi yok... Cosette'nin zavallı annesi Fantine'nin çaresizliği içler acısı... İnsanların açlıktan, hastalıktan ve pislikten süründüğü sahneler...

Size filmin konusunu anlatacak değilim, büyük usta Victor Hugo'nun muhteşem eserini defalarca okudum, kitaba çekilen tüm filmleri de izledim.

Müzikal seven bir millet olmadığımız da kesin. O yüzden iki buçuk saatlik bu uzun filmin bazı sahneleri sizi bayabilir. Filmin tüm şarkılarının da aynı güzellikte olmadığını söylemek zorundayım. Filmin sonu da kitaba nazaran biraz daha iyimser bitmiş.

Ama bu filmi izleyin. Bu filmi mutlaka ve mutlaka izleyin.

Hayata İyi Seyirler...

"Natalee Holloway İçin Adalet" Tecelli Edecek Mi???

Gerçek yaşam öykülerinin filmleri çoğu zaman sinemaseverlerin gözdesi olmuştur. Ama sonu muğlak biten filmlerin, izleyiciyi tatmin etmediği de çok açık. İşte bu filmlerden biri.
2011 yapımı "Natalee Holloway için Adalet" (Justice for Natalee Holloway) adlı filme bir bakalım. Natalee (Amy Gumenick) adlı genç kız, katıldığı bir partide tanıştığı Joran (Stephen Amell) adlı yakışıklı bir gencin cazibesine kapılır ve yakınlaşan çift partiden birlikte ayrılır ve sonra Natalee'yi bir daha gören olmaz. Natalee'nin annesi Beth (Tracey Pollan) çaresizce kızını aramaya başlar. Ancak hukuki süreçte, delil yetersizliğinden dolayı dava kapanır. Bir süre sonra Beth güçlü bir delil bulur ama adalet, Joran denen çocuğun zengin ve nüfuzlu ailesinin lehinde gelişir. Bu işten kolaylıkla sıyrılmayı başaran Joran, Beth'in zaafından yararlanmaya başlar ve para karşılığı Natalee'nin akıbetini anlatacağını söyler. Fakat her seferinde başka bir yalan anlatır. Peki acaba gerçekte Natalee'ye ne olmuştur?

Filmi neden sevmediğimi tekrar söyleyeyim: Filmin sonunda yukarıdaki soruya cevap almış olmuyorsunuz. O zaman bu film niye çekildi? Başka Natalee'ler olmasın diye mi? Olabilir, bilemiyorum.

Sonu böyle muğlak biten iki film daha izlemiştim bir zamanlar. Biri "Karındeşen Jack"ti, diğeri de "Zodiac"tı. İkisini de izlediğime pişman olmuştum, bu da üçüncüsü. Çünkü filmin sonunda elime bir şey geçmedi. 

Sizin anlayacağınız, izlemeye değmez. Yine de siz bilirsiniz.

Hayata İyi Seyirler...  

16 Ocak 2013 Çarşamba

"13" Ölecek Mi???

Biz kadınlar için, erkeklerin dünyasını anlamanın imkanı yok. Ne kadar tanıyoruz desek de bambaşka dünyaların insanları olduğumuz her şekilde belli oluyor. İşte bunu kanıtlayan filmlerden biri.

2010 yapımı “13”e bir bakalım. Vince (Sam Riley), babasının ameliyat masrafları için yüklüce paraya ihtiyacı olan bir ailenin elektrikçilik yapan oğludur. Komşusunun karanlık yollardan yüklü paralar kazandığını iyi bilmektedir. Ancak o yollara nasıl girileceğini bilmemektedir. Bir gün o komşusu yüksek dozda uyuşturucudan ölünce Vince, bir fırsat yakalar. Sahte kimlik kullanarak komşusunun yerine geçer ve talimatlara uymaya başlar. İlk talimatlarla kendisine söylenen yere gider. Burası, ormanın derinliklerinde gizemli ve görkemli bir evdir. Evdekilere kendini tanıtır, ancak işverenler onun gerçek adam olmadığını anlarlar. Ama aşamada geri dönüş yoktur. Zaten bunun bir önemi de yoktur, zira işveren için ölecek adamın kim olduğu hiç önemli değildir. Bu evde zengin bahisçiler, Vince gibi adamlara rus ruleti oynatmakta, her turda yuvaya bir mermi daha ilave etmektedirler. Vince büyük para elde etmek uğruna büyük bedel ödemek zorunda olduğunu o an anlamıştır. Peki bu 4 turluk ölüm oyunda 13 numaralı formayı giyecek olan Vince, acaba nereye kadar gidebilecektir?

Filmde (başrol oyuncusu hariç) pek çok ünlüye rastlıyoruz. Jason Stathom ve Mickey Rourke bunlardan bazıları.

Filmdeki vuruşma anları çok çok iyi verilmiş. Oyuncuların psikolojileri, bahisçilerin acımasızlığı ve silahların takır takır patlaması çok iyi işlenmiş. Tamamen erkeklere hitap eden bir film. Ama filmin reytingleri çok yüksek değil. Çünkü film akıcı değil.

Yine de izleyin. Bu basit ama karmaşık oyun, ilginizi çekecektir diye düşünüyorum.

Hayata İyi Seyirler...

15 Ocak 2013 Salı

"Büyük Dünya Tarihi" Belgesel Mi, Film Mi???

BÜYÜK DÜNYA TARİHİ (2)Tarih sevmem, tarihsel konuşmaları sevmem, tarih belgesellerini sevmem. Öğrencilikten kalma bir fobi olsa gerek. Ha, sanmayın ki tarihten anlamam. Öğrencilik boyunca kafamıza vura vura öğrettiler en ince ayrıntısına kadar. Bir ara ayrıntılardan, bütünü göremez olmuştum. Boğulup gitmiştim. Keşke bu belgeseller o zaman elime geçmiş olsaydı...

Büyük Dünya Tarihi” (History of the World) adlı 7 bölümlük (her biri 50 dakikalık) belgesel serisinden bahsediyorum. Bir akşam tv'de izleyecek hiçbir şey bulamayıp “Şu belgeseli izleyeyim bari” diyerek 4. bölümünü izlediğim; sonra da bir hafta içinde tüm bölümlerini bulup izlediğim muhteşem bir belgesel serisi. Bu belgeselin diğer tarih belgesellerinden en büyük farkı, kostümlerin, dekorların, müziklerin, vb. o dönemleri aynen yansıtması ve olayları mizansellerle anlatması. Tüm bu özellikler bu belgesellere film tadında seyir keyfi veriyor. Yedi bölüm boyunca ta bilinen ilk insanlardan digital dünyaya kadar yaşanmış pek çok ekonomik, siyasi, dini, tıbbi, bilimsel ve iklimsel olaya üçer beşer dakika değinerek muhteşem zenginlikte bir bilgi kaynağı sunuyor. (Bazı yerlerde zanlar üzerine Ya da subjektif bilgilere de rastlanmıyor değil, tereddütleriniz olduğunda daha derin araştırma yapmanızı tavsiye ederim.) Ama bütünü görmeniz açısından bulunmaz bir nimet.

Mutlaka izleyin, insanoğlu bugünlere nereden gelmiş, nasıl gelmiş, görün.

Hayata İyi Seyirler...

"WALL - E" Sadece Bir Robot Mu???

İşte size bir animasyon daha. Ama bu kez çocuklardan ziyade büyükler için yapılmış bir film.
“Wall.e”
2008 yapımı bilim kurgu türündeki filme bir bakalım. Bundan yüzlerce yıl sonra dünya kirlenmiş, her yer çöp yığınlarıyla kaplanmıştır. Dünya üzerinde yaşayan bir tek canlı bile kalmamıştır. Çünkü insanoğlu doğayı tamamen yok ettikten sonra başka gezegenlere göç etmiştir. Wall.e ise, bu dünyada terkedilmiş bir geri dönüşüm robotudur. Wall.e bu dünyada kendine bir hayat kurmuştur. Akşama kadar çöpleri toplayıp istiflemekte, akşam olunca da kamyon kasasından bozma evine geri dönmektedir. Bu arada çöplerden beğendiği eşyaları evine götürmeyi de ihmal etmemektedir. Hayat böyle akıp giderken, bir gün birden bir gürültü duyulur, yer sarsılır, kum fırtınası yükselir. Ardından bir UFO belirir ve içinden yeni üretim dişi bir robot indirilir. Sonra da UFO Dünya'yı terkeder. Wall.e bu son derece modern robota ilk görüşte aşık olmuştur. Bu robotla tanışmak için bir yol düşünmeye başlamıştır. Uzaktan beliren kum fırtınası, Wall.e için büyük bir fırsat olacaktır. Wall.e hemen kızın yanına gider ve onu eve çekiştirir. Böylece kızı kum fırtınasından kurtarır. Wall.e ile kızımız arasında güzel bir ilişki başlar. Bu arada kızın Dünya'ya geliş amacı, deneysel bir çalışma içindir: Dünya'da hala hayat var mı? Wall.e ve kızımız kendilerini bu sorunun cevabını aramaya adarlar. Peki bu şirin ikili, sorularına cevap alabilecekler midir?

Film çok çok güzel. Üstelik neredeyse hiç replik yok. Espiriler öyle ince ki bazılarını anlamak için bir an düşünmeniz gerekiyor.. Bir de yetişkin olmanız...

Hayata ve geleceğe dair çok önemli mesajlar veren bu komik animasyonu mutlaka izleyin. İzleyin, ders alın.

Hayata İyi Seyirler...  

14 Ocak 2013 Pazartesi

"Yukarı Bak"alım Mı???

Piyasadaki animayonların büyük çoğunluğunun beğeni oranlarının % 70'i geçtiğini biliyoruz. Ama %85'e yakın olanını az görüyoruz. Alın size bu başarıya ulaşmış animasyonlardan biri.
2009 yapımı “Yukarı Bak” (Up) filmine bir bakalım. Uçan baloncu Carl, çocukluk aşkıyla evlenmiş yıllarca mutlu bir evlilik sürmüş yaşlı bir adamdır. Eşi Ellie ile en büyük hayalleri evlerini bir kanyonun tepesindeki sakin bir yere taşımaktır. Ancak Ellie hayat yolculuğunu erken tamamlar ve Carl şehrin göbeğinde gökdelenlerin arasında kalmış evinde mutsuz ve yalnız bir hayata sürüklenir. Bu durum, ihtiyar Carl'ı etkilemiştir. İhtiyar Carl artık “huysuz ihtiyar Carl” olmuştur. Bir gün Russell adlı şişman ve izci bir okul çocuğu, Carl'ın kapısını çalar ve (okul ödevi için) bir yaşlıya yardım etmesi gerektiğini söyler. Ancak bizim huysuz ihtiyarın kafası, rahmetli karısının hayalini hayata geçirme planlarıyla meşguldür. Bu yüzden küçük Russell'ı tersler ve kapıyı yüzüne kapatır. Sonra da evinin bacasından binlerce uçan balonu gökyüzüne salar ve evini o ruhsuz şehir hayatından kurtarmak üzere gökyüzüne doğru uçurur. Ancak Carl'ın hiç beklenmedik bir misafiri olacaktır. Şişman izci Russell...

Film çok güzel. Eğer evinizde böyle huysuz bir ihtiyar, ya da herşeye maydanoz olan şişman sevimli bir çocuk varsa çok rahat empati kurabileceğiniz bir film. İzleyin, gülümseyin.

Hayata İyi Seyirler...

"Çifte Soygun"cular Kimler???

Bir bankayı soymaya kalksanız başınıza gelebilecek en olmadık şey, aynı bankayı aynı gün birilerinin daha soymaya kalkmasıdır. Böyle bir durum ya bir komediye döner, ya da bir trajediye.

2011 yapımı "Çifte Soygun" (Flypaper) adlı filmde bu konu komedi türünde işlenmiş. Filmimize bir bakalım. Tripp (Patrick Demsdey) bir iş için bankaya gider. Zaten kendisi sık sık bu bankaya gitmektedir çünkü banka çalışanlarından Kaitlin'e (Ashley Judd) gizliden gizliye aşıktır. Fakat o gün hiç beklenmedik bir şey olur. Bankada aynı anda iki ayrı grup tarafından soygun başlatılır. Grupların ilki iki kişilik salak bir çetedir. İkincisi ise daha kalabalık ve daha iyi organize olmuş tecrübeli bir çetedir. Rehin alınmış olan Tripp ve diğer müşteriler bu işten kurtulmak için planlar yapmaya başlarlar. Peki rehineler bu çifte soygunculardan kurtulmayı başarabilecek midir?

Filmin yönetmeni, bugüne kadar ismini animasyonlarla duyurmuş olan Rob Minkoff. O yüzden olacak ki kötü adamlar da iyi adamlar da çocuk zekasına sahip. Yine de aksiyonu bol ve sonu sürprizli. "Eh işte" düzeyinde bir film işte. Ama komik. İzleyin, kafanız dinlensin. 

Hayata İyi Seyirler...

13 Ocak 2013 Pazar

"Full Metal Jacket" Ne Demek???

"Amerika bir tane savaş yaptı, yüz tane film çekti" diye bir laf vardır ya, işte o lafı boşuna söylememişler. Şu meşhur Vietnam Savaşı ile ilgili çoğu uyduruk kaydırık olan yüzlerce film çekildi. Ama bazen de piyasaya çok iyi filmler çıktı. Onlardan biri de usta yazar Gustav Hasford'un romanından Stanley Kubrick imzasıyla sinemaya uyarlanan “Full Metal Jacket” adlı film.

full metal jacket1987 yapımı filme bir bakalım. Film iki bölümden oluşmaktadır. Filmin ilk yarısında acemi askerlerin savaş talimleri ve eğitimleri konu alınır. Oldukça sancılı geçen bu süreç, bir grup askerin bakış açısıyla anlatılır. Tabur komutanı serttir ve şartlar çetindir. Eğitimin sonunda ise acemiler artık savaşa hazırdır. İkinci bölümde bu askerler cepheye sürülür. Ancak bir çatışma sonrası dönüş yolunu bulamazlar. Askeriyeden destek isterler ancak olumlu cevap alamazlar. Başlarının çaresine bakmak zorunda olduklarını anlarlar. En kötüsü de bir keskin nişancının hedef tahtası olurlar. Keskin nişancının tek amacının kendilerini tek tek avlamak olduğunu anlayınca geriye yapılacak tek bir şey kalır. Peki o şey nedir???

Askerlerin bu süreçte nasıl insanlıktan çıktığını, düşmanın da insan evladı olduğunu nasıl unuttuklarını çok çok iyi anlatan bir film. Hatta bir savaş filminden çok, psikolojik bir film diyebiliriz. Reytingleri de çok çok yüksek.

Eski bir film, ama izlemeye değer. İzleyin, psikolojiniz bozulsun.

Hayata İyi Seyirler...

P.S. Bu arada Full Metal Jacket, zırhlı mermi demek.

"Amistad"ın Hikayesi Nedir???

Bazı filmlerin iyi bir yönetmenin elinden çıktığı her halinden anlaşılıyor. Yıllardır defalarca izlediğim "Amistad" filminin Steven Spielberg'in elinden çıktığını yeni öğrendim. Muhteşem Amistad filmine bir göz atalım.
1997 yapımı  "Amistad" 19.Yüzyılda yaygın olan "kölelik" sistemine karşı verilen hukuki bir savaşın gerçek öyküsünden alınmıştır. Afrikalı Cinque (Djimon Hounsou) ve onun kabilesinden yüzlerce kişi ana vatanlarından zorla koparılır, kollarından ve bacaklarından zincirlenerek gemilere bindirilir ve satılmak üzere Küba'dan Amerika'ya doğru yola çıkar. Ancak Cinque zincirlerinden kurtulmayı başarır ve geminin kontrolünü ele geçirir. "La Amistad" adlı gemi onun önderliğinde onun istediği yere götürülür. Cinque Amerika'ya vardıklarında birilerinin onlara yardım edeceğini düşünür ancak olaylar beklediği gibi gelişmez. Zira Cinque ve arkadaşları kaçak ve isyankar köleler olarak yakalanırlar ve hapse atılırlar, sonra da haklarında açılan dava ile mahkemeye çıkarlar. Tek bir kelime bile İngilizce bilmeyen kabileliler için bu süreç hiç de kolay olmayacaktır. Mahkemede bir çok kişi bu kölelerle ilgili hak iddia edince dava karışır. Dava çok taraflı bir kapışmaya döner. Bir tarafta kölelik yanlıları, bir tarafta kölelik karşıtları, bir tarafta köle tüccarları, bir tarafta köle sahibi zenginler ve bir tarafta da zavallı Cinque ve kabilesi. Neyse ki Cinque bu süreçte yalnız olmayacaktır. Onun en büyük destekçileri, kölelik karşıtı Theodore (Morgan Freeman) ve Tappan (Stellan Starsgard) ile onların tuttuğu avukat Baldwin ve akıl hocası Adams (Anthony Hopkins) olacaktır.
Filmi bir kerede anlamanın imkanı yok. Bir kaç defa izlemek gerekiyor. Çünkü hikaye çok çetrefilli. Bu kadar karışık bir hikaye iki saate çok iyi sığdırılmış. Ama neden bilmem, reytingleri çok çok yüksek değil, hatta bence hakettiğinin çok altında.

Mutlaka izleyin, acıyın, acının.

Hayata İyi Seyirler...

12 Ocak 2013 Cumartesi

"Gri Kurt" Bir Kurt Mu, Yoksa Bir Adam Mı???

Şu bizim ihtiyar delikanlı “Liam Neeson”ın son dönemlerde çektiği filmlerden izlemediğim kaldı mı bilmiyorum. Bugün bir tanesini daha izledim.
2011 yapımı “Gri Kurt” (The Grey) adlı filme bir bakalım. Ottway (Liam Neeson) Alaska'daki bir petrol şirketi için çalışan bir avcıdır. Ottway'in görevi, dürbünlü tüfeğiyle petrol işçilerine yaklaşan kurtları öldürmektir. İhtiyar kurt bu konuda oldukça iyidir. Ama işçilerle arası pek iyi değildir. Zira işçilerin büyük çoğunluğu serseri tiplerdir.

Ottway, işleri biten işçilerle beraber bir uçağa bindirilir ve memleketlerine doğru yola çıkarlar. Ancak büyük bir aksilik sonucu uçak Alaska'nın soğuk dağlarına çakılır. Bu kazadan Ottway dahil altı kişi sağ kurtulmayı başarır. Bu altı kişi artık soğukla, karla, tipiyle, gıdasızlıkla ve en önemlisi de “aç kurtlarla” savaşmak zorunda kalacaklardır. Peki acaba bunlardan kaçı hayatta kalmayı başaracaktır???

Filmin senaristi veyönetmeni, A Takımı (A Team) filminin de yönetmeni olan Joe Carnahan. Ama elbette ki A Takımı kadar eğlenceli değil. Yine de insan psikolojisine de değinmesi sebebiyle daha derinlikli.

İzleyin, ürkün.

Hayata İyi Seyirler...

"Dalgalara Karşı" Şansımız Nedir???

Şu hayatta hakikaten de asla pes etmeyenler kazanıyor.
Onların hikayeleri yazılıyor, onların hikayeleri anlatılıyor. İşte onlardan biri olan sörfçü Bethany Hamilton'ın gerçek hikayesi. Bethany'nin hikayesi, dersine girdiğim sınıfların birinde okuttuğum kitabın 2. ünitesine konu olmuş ibretlik bir hikaye.

2011 yapımı “Dalgalara Karşı” (Soul Surfer) adlı filme bir bakalım. Bethany, (AnnaSophia Robb) anne babası ve iki abisi ile birlikte çocukluğundan itibaren okyanus kenarında büyümüş bir kızdır. Bethany ve ailesi için sörf hayatın vazgeçilmez bir parçasıdır. Bir gün Bethany arkadaşları sörf yapmak için okyanusa doğru açılırlar. Ancak hiç umulmadık bir anda büyük bir köpek balığı gelir ve Bethany'nin bir koluyla sörf tahtasının bir parçasını bir hamlede koparıp gider. Bethany nereden geldiğini anlayamamıştır. Sular birden kana bulanmış, Bethany kaybettiği kolunun derdine düşmüştür. Arkadaşları derhal Bethany'yi hastaneye yetiştirirler. Sonraki günlerde Bethany'nin tedavisi birkaç hafta sürmüştür. Ancak Bethany, o olaydan altı hafta sonra yapılacak olan yarışmaya katılma kararı alır. Peki talihsiz ama azimli Bethany bu yarışı kazanabilecek midir, yoksa ibretlik hikayesi dillere destan mı olacaktır?

Filmin reytingleri hiç fena değil. Oyuncular usta. Yönetmen, egzotik filmlerde usta. Ailenizle ya da öğrencilerinizle izleyebileceğiniz türden.

İzleyin, hayata tutunun.

Hayata İyi Seyirler...

"Forrest Gump" Bir Umut Işığı mı???

"Forrest Gump" izleyip de sevmeyen var mıdır? Ben daha öyle birini görmedim, kendimden başka. “Nasıl yani?” diyebilirsiniz. Anlatayım. Filmi beğendim. Hem de her karesini, ama sevmedim. Neden mi? Önyargılarım yüzünden. Çünkü bu film “Esaretin Bedeli”yle aynı yıl gösterime girdi ve “Esaretin Bedeli”nin alacağı akademi ödüllerinin tam altı tanesine ortak çıktı. İşte o yüzden.
1994 yılında gösterime giren film, aslında Winston Groom tarafından yazılmış bir roman uyarlaması. Öyle zannediyorum ki filmin güçlü alt yapısı buradan geliyor. IQ fakiri Forrest'ın çocukluğundan başlayıp yetişkinliğine kadar devam eden macera dolu yaşamı gerçekten çok dikkat çekici. Üstelik bu hayat inişli çıkışlı bir hayat değil. Hep yükselişte olan bir hayat. Zaten Forrest'ın iniş ve çıkışları değerlendirebilecek bir zekası yok.

Tüm ömrü boyunca iniş çıkış yaşadığı tek şey, biricik aşkı Jenny ile olan ilişkisi. Bu ilişki bir gün platonik bir aşk olarak kalırken, bir gün ateşli bir yatak arkadaşlığına, bir gün çocukluk aşkıyken bir gün yıllar süren bir ayrılığa... ve daha nelere nelere dönüşüyor. Ama Jenny, zavallı Forrest için saflığını ve masumiyetini her zaman koruyor.

Bugüne kadar filmi izlemediyseniz, mutlaka izleyin. İzleyin, umutlanın.

Hayata İyi Seyirler...

11 Ocak 2013 Cuma

"Esaretin Bedeli" Nedir???

Bir sinemaseverin başına gelebilecek en kötü şey nedir? Ne olabilir? Ben söyleyeyim. Film izlemeye "Dünyanın En İyi Filmi"ni izlemek başlamasıdır. Neden mi? Çünkü artık daha sonra izlediği tüm filmlerde aynı tadı arar. Ama asla bulamaz.
İşte benim başıma bu geldi. 1994 yapımı Esaretin Bedeli (Shawshank Redemption), ben daha 13 yaşındayken televizyonda bilinçli olarak izlediğim ilk filmdi. O zamanlar gazeteler tv rehberleri verirlerdi. Haftalık yayınlar tek tek saat saat orada yazardı. Ben de rehbere baktım ve "Aaa akşama bir film varmış, izleyeyim bari dedim." Akşam olunca ailecek oturup filmi izledik. Sonra ne mi oldu? Sonra ben üç gün kendimi Andy Duphresne zannettim. Nereden geldiğimi anlayamadım. Tıpkı Andy'nin hücre cezası alıp içeride (yani beyninde) Mozart dinlediği gibi ben de beynimde Andy'yi oynadım. Rüyalarımda Andy'ydim. Bir kaç gün Andy gibi az ve öz konuştum, çünkü kafam doluydu. Tıpkı Andy gibi. Sonra yavaş yavaş travmayı atlattım, depresyondan çıktım.

Şikayetçi değildim. Sinemaseverlik bana babadan miras bir hobiydi. Babam gibi ben de film izlemeyi çok seven, çok da film izleyen biriydim. Ama bu filmin bendeki etkisi, beni bir film tiryakisine dönüştürmesi oldu. Zira ben artık hep o tadı aradım (hiç bulamadım, o ayrı konu). Yine de şikayetçi değilim. Çünkü benim için esaretin bedeli budur.

Hayata İyi Seyirler...

10 Ocak 2013 Perşembe

"Cem Yılmaz Fundamentals" Nasıldı???

Bir insanın gülmekten boğazı acır, sesi kısılır mı? Evet. Nerede mi? "Cem Yılmaz Fundamentals" da.

2013'ün ilk filmlerinden olan "Cem Yılmaz Fundamentals", Cem Yılmaz'ın çeşitli salonlarda sergilediği son show'undan derlenmiş bölümlerden oluşuyor. (Cem Yılmaz'ın kendi tarifiyle) "Ne anlatıyordu?" diye sorsan, ancak "Komiklik, şakalar..." diyebilirim. O kadar. 

Daha önce beyefendinin pek çok gösterisini izledim. Ama en çok buna güldüm. En komik bu olduğu için değil, bütün şakalar "sıfır kilometre" olduğu için. Cem Yılmaz dev ekranda ve 10 metre önümde oynadığı için. Benim gibi yüzlerce insanla beraber güldüğüm için.

Mutlaka gidin izleyin. Ama öncelikle iki tavsiye vereyim: 1) Beraber gideceğiniz arkadaşınızı dikkatli seçin. 2) Biletinizi önceden alın. (zira kıyamet gibi kalabalık vardı. Dört arkadaş son dört bileti alıp, herbirimiz salonun dört ayrı köşesinde izleyebildik.) 

İzleyin, yarılın.

Hayata İyi Seyirler...  

"Hayat Ağacı" Yaşayacak Mı???

Hayatımda gördüğüm en bayık fimlerden birinden bahsetmek istiyorum size. 2011 yapımı "Hayat Ağacı"ndan (The Tree of Life'tan) 

Bir çok sahnesinde "Ne zaman bitecek acaba?" diye sormadan edemediğim, ya da "Ne alaka, yani?" diye merak ettiğim ultra kopuk bir film. Bir oraya bir buraya uçuşan duygular, bir ileri bir geri flash backler, olaydan çok olgular ve karakter analizleriyle dolu ve saire, ve saire... Minimum konuşma, maksimum oyunculuk. Dört dörtlük bir festival filmi. En ilginci de Brad Pitt'in Sean Penn'in babası rolünü oynaması.

Kim derdi ki bir zamanlar "İnce Kırmızı Hat" (The Thin Red Line) filmini çeken Terrence Malick'in, bir gün böyle bir film çekeceğini. (Gerçi üstad "Yeni Dünya" (The New World) filmindeki uçuşmalarıyla belli etmeye başlamışmış kendini ama biz anlayamamışmışız.)

Neticede beğenmedim. O ortalama reytingleri neye dayanarak aldı çok merak ediyorum. Sakın bana "Ama derin bir felsefesi vardı" demeyin. Başka filmler seyredin.

Hayata İyi Seyirler... 

9 Ocak 2013 Çarşamba

"Batman Begins" Başlasın Mı???

Benim ne derece Batman hayranı olduğumu herkes bilir. O yüzden “yok şöyle izledim, yok böyle hissettim” demeyeceğim. Direk konuya gireceğim.

Filmi birkaç aşamalı inceleyeceğiz çünkü dahi çocuk Christopher Nolan 500 filmlik konuyu bir filmde çekmiş. 2005 yapımı yeni nesil Batman serisinin ilk filmine, “Batman Begins”e bir bakalım.
Film, Bruce Wayne'in acıklı hikayesiyle başlar. Hikayede Bruce (Christian Bale) küçük bir çocukken Rachel (Katie Holmes) ile oyun oynarken evinin yakınındaki derin bir çukura (bir çeşit mağaraya) düşer. Ev derken elbetteki şatoyu kastediyorum. Bruce korku içinde yardım beklerken yarasaların saldırısına uğrar ve bu korku bi fobiye dönüşür. Bruce'u o kuyudan çıkaran kahraman, küçük Bruce'un kahramanı olan babası olacaktır.

Daha sonraları Bruce'un kahraman babası ve annesi üç kuruş para için basit bir sokak hırsızı tarafından Bruce'un gözleri önünde öldürülünce Bruce hayatının depresyonuna girer. Bruce yıllarca bu travmayı atlatamaz. Çünkü Bruce ailesinin ölümünden kendini sorumlu tutmaktadır. Genç yaşlara gelmiş, ama hala bir kesere kulp olamamıştır. Serserilikten başka yaptığı bir iş yoktur. Hatta bir ara ölçüyü kaçırıp hapse bile girer.

İşte burada Bruce, kendisini tamamen değiştirecek olan biri tarafından keşfedilir: Gölgeler Birliği Tarikatının hocalarından biri olan Ducard (Liam Neeson). Ducard Bruce'u alır, eğitir, korkularıyla yüzleştirir ve dört dörtlük bir ninja yapar. Ancak ne zamanki Ducard ondan birini öldürmesini ister, işte o zaman Bruce işin renginin farklı olduğunu anlar ve mabedi ateşe verir. Tek bir kişiyi kurtararak: Ustası Ducard'ı.

Bruce, Gotham'daki evine yepyeni biri olarak geri döner. Artık en önemli amacı, babasının yarım bırakmak zorunda kaldığı işi tamamlamak olacaktır: Kendini Gotham şehrine adamak. Alfred'in (Michael Caine) ve Lucius'ın (Morgan Freeman) da yardımlarıyla kendini tamamlayan Bruce, artık Gotham'ın “Batman”idir.

Buraya kadar yazdığım kısım, daha filmin yarısı. Devamını kendiniz izleyin, görün. Batman nasıl Kara Şövalye olmuş, ilk sınavını ne zaman ve kime karşı vermiş, kurmayları kimlermiş görün.

Hayata İyi Seyirler...

"Kimliksiz" Kalsanız Ne Yapardınız???

Bizim ihtiyar delikanlının son dönemlerin en iyi aksiyon filmlerinin başrollerini kaptığını daha önce konuşmuştuk. Liam Neeson'dan bahsediyorum. İşte bu gizemli aksiyonlardan biri daha.

2011 yapımı "Kimliksiz"e (Unknown'a) bir bakalım. Biyokimya Uzmanı Dr Martin Harris (Liam Neeson) karısı Elizabeth'i de alıp bir konferans için Almanya'ya gelir. Havaalanından ayrıldıktan bir süre sonra evrak çantasını havaalanında unuttuğunu farkedince geri dönmek zorunda kalır. Karısı ise otele giriş yapacaktır, sonra da orada buluşacaklardır. Ancak bu sırada hiç beklenmedik bir gelişme olur. Martin'in bindiği taksi korkunç bir kaza yapar ve kanala uçar. Martin çarpmanın etkisiyle bilincini kaybeder. Sular altında boğulmak üzereyken taksi şoförü Gina (Diane Kruger) onu kurtarır ve hastaneye götürülmesini sağlar. Martin, dört gün boyunca komadan çıkamaz. Dört gün sonra uyandığında ise kısmi hafıza kaybına uğradığı anlaşılır. Martin bir şekilde kalacağı oteli hatırlar ve orayı bulur. İçeri girer, karısını uzaktan görür. Yanına gider ancak bir sorun vardır. Karısı, Martin'i hatırlamaz, hatta karısı başkasıyla birliktedir. Diğer akademisyenler de Martin'i tanımazlar. Hatta Martin'in kimlik bilgileri bambaşka bir adama aittir. Martin sanki bu dünyadan silinmiş, adeta yok sayılmıştır. Martin, hafızasını kaybedenin kendisi mi, yoksa dünya mı olduğunu anlayamamıştır. Martin'in bu yabancı ülkede yapabileceği en mantıklı şey, taksi şoförünü bulmaktır.

Başta da söylediğim gibi, film gizemlerle dolu bir aksiyon filmi. Hatta son ana kadar çözülmüyor. Sabırla ve merakla beklemeniz gerekiyor. Almanya'daki Türklerin yaşam tarzlarına da tatlı tatlı göndermeler yapan film, bazen de acıklı acıklı güldürüyor.

İzleyin, şaşırın.

Hayata İyi Seyirler...  

8 Ocak 2013 Salı

"Anestezi" Almak Gerçekten Sakıncalı Mı???

Şu hayatta en çok neden korkuyorsan, onunla yüzleşiyorsun. Bebek beklediğim dönemde konusunu çok iyi bildiğim ve çok merak ettiğim bir film olan "Anestezi" (Awake) filmini izlememiştim. Ne için? Korktuğum için. Peki ne oldu? Korktuğum başıma geldi. Tıpkı Clay'in başına gelenler gibi. 2007 yapımı filmimize bir bakalım.

Clay (Hayden Christensen), zengin bir ailenin yakışıklı ve düzgün karakterli, genç veliahtıdır. Ama Clay'in çok şanssız olduğu bir nokta vardır: Clay, kalp hastasıdır ve kalp nakli için yıllardır beklemektedir. Bir süredir evin asistanlarından Sam (Jessica Alba) ilişkisi vardır ancak Clay'in bu durumu, annesiyle paylaşmaya niyeti yoktur. Çünkü annesinin bu ilişkiye onay vermeyeceğinden emindir. Ancak bu süresiz bekleyiş bir gün Sam'in canına tak eder ve Clay annesine Sam'dan bahsetmek zorunda kalır. Annesinin tepkileri tam da beklendiği gibidir. Fakat ertesi gün Clay için yepyeni bir umut doğmuştur. Çünkü Clay'e uygun kalp bulunmuştur. Clay hemen ameliyat masasına yatırılır ve operasyon başlar. Ancak bir sorun vardır. Clay'e anestezi verilmiştir ancak Clay uyumaştır. Clay parmaklarını bile oynatamamakta ama vücuduna yapılan her manipülasyonu hissetmekte ve konuşulan herşeyi duymaktadır. Ameliyat boyunca sessiz çığlıklar atan Clay, hayatının en zor saatlerini yaşayacaktır.  

Film çok orjinal. Kimin haklı, kimin haksız olduğuna yada kimin bazen iyi, bazen olduğuna bir türlü karar veremediğiniz bir film. İzleyin, kafanız kafanız karışsın. İzleyin, dua edin (ki hayatınız boyunca böyle birşey başınıza gelmesin.)

Hayata İyi Seyirler...

Kahraman Köpek "Bolt" Aslında Kimdir???

Büyük oğlum sayesinde izlediğim onlarca animasyondan bazılarını sizlerle paylaşıyorum. Bunlardan bir tanesini, yani “Bolt”u çok severek izlemiştim. Ama reytinglerinin düşük gelmesini de çok yadırgamıştım. Son zamanlarda ise “Bolt”un reytinglerinin yükseldiğini gördüm. Bu yüzden paylaşayım dedim. 2009 yapımı Bolt'a bir bakalım.
Bolt adlı cins köpek, bir süper kahramandır. Vücudunda doğuştan bir şimşek dövmesi vardır. Süper bakışları zincirleri kırar, süper hırlaması kötü adamları kaçırır. Tüm bu özellikleriyle Bolt, muhteşem bir çocuk aksiyon dizininin baş aktörüdür. Bolt'un, rol arkadaşı Penny ile beraber Yeşil Gözlü Adam'a karşı verdikleri amansız mücadeleler reyting rekorları kırmaktadır. Ancak Bolt talihsiz bir yanlış anlama sonucu içinde büyüdüğü stüdyodan kopar ve kendini gerçek hayatın acımasız dünyasında bulur. Ve bu acımasız dünyanın Bolt'a vereceği ilk ders, Bolt'un aslında bir süper kahraman olmadığı, tam tersine son derece sıradan bir köpek olduğudur.

Fimde Bolt'u John Travolta'nın seslendirdiğini söylemek yerinde olacak diye düşünüyorum. Filmin yönetmeni, “Tangled” (Karmakarışık) adlı animasyonun da yönetmeni olan Bryon Howard.

Film çok eğlenceli. İzleyin, siz de eğlenin.

Hayata İyi Seyirler...

"Felekten Bir Gece 2" Daha Çalalım Mı???

Bir film, gösterildiği ilk günden itibaren kasırgalar yaratır da yapımcılar bu kasırganın ikincisini estirmezler mi? Estirirler. 2009 yapımı “Hangover”da bekarlığa veda partisi için Las Vegas'a gidip, orada damadı kaybeden kafadarlar, bu kez başka bir taşkınlığa imza atarlar. 2011 yapımı “Hangover 2”ye bir bakalım.

İlk filmin sürprizlerle dolu karakteri Stu, bu filmde evlenecektir. Stu, arkadaşlarının rezilliklerini çok iyi bildiğinden dolayı, onları Tayland'da yapılacak olan düğüne davet etmez. Ancak arkadaşlarının Stu'yu yalnız bırakmaya hiç niyetleri yoktur. Hep beraber Tayland'a gidilir. Düğünden bir gece önce yemekler yenir, sohbetler edilir, gelinin yetenekli kardeşi minik bir keman konser bile verir. Arkasından serbest saate geçilir. Peki serbest saatte ne mi olur? Neler olduysa olur ve bizim dahiler ertesi sabah yine kendilerini bir otel odasında bulurlar. Ama bir kişi eksik olarak: Gelinin kardeşi Teddy.

Filmin oyuncu kadrosu birincininkiyle aynı. Fazlası var, eksiği yok. Filmin senaristleri yine aynı isimler ve filmin yönetmeni de yine Todd Philips.

Film çok güzel. En az ikincisi kadar. Ama reytingleri ilk film kadar yüksek değil. Çünkü bu film, neredeyse ilk filmin kopyası. Her zamanki benzetmemi yapayım: Aynı yemekten ikinci tabak yemek gibi.

Ama izleyin. Hele ilk filmi beğendiyseniz, mutlaka bunu da izleyin. En az onun kadar keyif alacağınıza eminim.

Hayata İyi Seyirler...

"Savaşın 5 Günü" Neler Oldu???

Gerçek hikayelerin izleyicileri çok etkilediğini hepimiz biliyoruz. Ama bunu en iyi bilenler, Hollywood yapımcıları. Bunu, yakaladıkları her hikayeye bir film çekmelerinden anlıyoruz. İşte onlardan biri daha.
2011 yapımı "Savaşın 5 Günü" (5 Days of War) adlı filme bir bakalım. Thomas, Irak savaşında da görev almış bir savaş muhabiridir. Cesur, inatçı ve hatta biraz delimsektir. Rusya ve Gürcistan arasında ipler gerilince, kameramanını da yanına alıp haber yapmak üzere Gürcistan'a gider. (Tabi vefasız bir kız arkadaştan yeni ayrılmış olası da ikinci bir sebeptir.) Gürcistan'da katıldıkları bir düğün esnasında Rus askerleri düğünü basar ve onlarca insanı katleder. Thomas ve kameramanı, baskından sağ çıkmayı başarırlar. Oradan sağ çıkanlar arasında bir kişi daha vardır. O da gelinin kız kardeşi Tatia'dır. Thomas, kameraman ve Tatia kuzeye gitmek üzere birbirlerine muhtaçlardır. Aynı arabaya binen bu 3 kişiyi 5 gün sürecek zorlu ve acıklı bir yolculuk beklemektedir.

Filmde çok ünlü isimlere rastlamıyoruz. Sadece hasbel kader kadroya girmiş Val Kilmer ve Andy Garcia var.

Filmi yürekten tavsiye edebileceğimi söyleyemeyeceğim. Ama çok kötü de değildi. Bir çeşit film işte. İzleyin, kendiniz görün.

Hayata İyi Seyirler... 

6 Ocak 2013 Pazar

"Seçkin Tetikçiler" Kimi Öldürürler???

Farkettim de ne kadar çok Jason Stathom filmi izliyorum. Ama n'apayım? Ben hep aksiyon izliyorum, en iyi aksiyon filmlerinde de Jason Stathom oynuyor. (Tabi bir aksiyon ne kadar iyi olabilirse:)) İşte o filmlerden biri daha.
2011 yapımı "Seçkin Tetikçiler" (Killer Elite) filmine bir bakalım. Danny (Jason Stathom) eski bir askeri harekat ajanıdır. Son derece zeki ve çevik biridir. Ancak bu işlerden kurtulamamış olan, zaten kurtulmak da istemeyen eski hocası Hunter (Robert De Niro) başını Arap emirleriyle belaya sokar. Vefalı Danny, önce Hunter'ı emirlerin elinden kurtarır. Sonra da peşlerindeki gizli bir askeri örgütün lideri olan Spike'ı (Clive Owen) atlatmaya çalışır. Ortam resmen kurtlar sofrasına dönmüştür. Bu işe bulaşanların hepsi hem avdır, hem avcıdır.

Karmakarışık bir film. Çok iyi takip etmek gerekiyor. Yaşanmış bir hikaye olması da çok enteresan. Bu ilginç hikaye, aynı zamanda Ranulph Fienne tarafından romana da uyarlanmış. Fena bir film değil. Oyuncu kadrosu çok güçlü. Ama usta oyuncu Robert De Niro'nun eline makinalı tüfekleri hiç yakıştıramadığımı söylemek zorundayım.

İzleyin, kafanız karışsın.

Hayata İyi Seyirler...

5 Ocak 2013 Cumartesi

Size de "Açık Çek" verilse Ne Yaparsınız???

Evlenince hayatının bittiğini düşünenlerden misiniz? Ya da bekarlığını özleyenlerden? İşte tam size göre bir filmimiz var.
2011 yapımı "Açık Çek"e (Hall Pass) bir bakalım. Rick ve Fred lise yıllarından beri en yakın arkadaş olan iki adamdır. İkisi de evli hatta biri üç çocukludur. Ancak bu adam eşlerine ne kadar aşık olsalar da gözleri hep dışarıdadır. Bu iki şaşkının zamparalığı dillerine öylesine vurmuştur ki artık eşleri daha fazla dayanamaz onlara açık çek verirler. Yani tam bir hafta boyunca sınırsız özgürlük. İki arkadaş hayatlarının fırsatını yakalamışlardır. Ancak bu bir hafta Rick ve Fred için de, eşleri için de hiç bekledikleri gibi geçmeyecektir.

Filmin yönetmeni Me, Myself and Irene'in yapımcısı olan Bobby Farrelly. Filmin başrolünde ise Owen Wilson ve Jason Sudeikis oynuyor. 

Hiç bir sahnesiyle empati kuramamış olsam da eğlenceli bir film. Tavsiye edebileceğim bir film değil sizin anlayacağınız. Ama benzer bir sorunu siz de yaşıyorsanız, izleyin; taktik öğrenin.

Hayata İyi Seyirler... 

"Takip 2" Nereye Kadar???

Her zaman söylerim, dünyanın en psikopatça işi, anne baba olmaktır diye. Bizim ihtiyar delikanlı Liam Neeson "Taken" (Takip) filminde bize bunu bir güzel ıspatlamıştı. Bu da yetmemiş olacak ki, biraz daha pekiştireyim dedi. Ama bu kez daha farklı bir senaryoyla. Çünkü bu kez tehlikede olan hem karısı, hem kendisi, hem de kızı. Neden mi?

Birinci filmde Bryan Mills (Liam Neeson) kızını kaçıran çeteyi tek başına çökertince, çetenin lideri ve kalan üyeleri intikam almanın peşine düşer. Bryan ve ailesi, bir kaç gün geldikleri İstanbul'da güzel günler geçireceklerini umarken, malum çete Bryan'ı ve karısını kaçırır. Ancak Bryan'ın üstün çabaları sayesinde kızı kaçırmayı başaramaz. Şimdi Bryan'ın yapacağı en önemli iş önce karısını ve kendisini tıkıldıkları delikten kurtarmak, sonra da kızlarına ulaşmaktır.

2012 yapımı "Takip 2" (Taken 2)'nin yönetmeni, Transporter 3'ün de yönetmeni olan Oliver Megaton. Senaristi ise "Transporter 2" nin ve "Leon"un da senaristi olan Luc Besson. (Zaten başka biri yazsa çok kötü olabilirdi. Luc Besson işi iyi kıvırmış.)      

Bu filmlerin birincisi daha özgündü elbette ki. Ama bu da fena değildi. Tabi bazı sahnelerde "İstanbul'u tanımasak, inanacağız" gibi bir his gelmemesinin de imkanı yok. (Polis arabalarının Tofaş Şahin arabalardan yapılmış olması gibi. Kasıt var tabi ki.)

 Elinize "Taken" filmi geçerse mutlaka izleyin, Taken 2 geçerse onu da izleyin. Birinci filmi izlemeseniz de ikinci filmi rahatlıkla anlayabilirsiniz.

Hayata İyi Seyirler...   

4 Ocak 2013 Cuma

"Craiglist Katili" Kimdir???

Dün gece uyku tutmayınca film yokluğundan bir film izledim. İkinci sınıf bir gerilim filmi, ama germeyen cinsinden. Belki de bir gizem filmi, ama gizemli olmayan cinsinden. Ya da bir polisiye mi desem. Ama polisler de elleriyle koymuş gibi buldular suçluyu, facebook'tan. Gerçek yaşam öyküsü, ama çarpıcı değil. Ne bileyim, öylesine bir film işte.
2011 yapımı "Craiglist Katili" (Craiglist Killer) adlı filme bir bakalım. Philip Markoff (Jake McDorman), tıp fakültesi öğrencisi olan dünya tatlısı bir gençtir. Bebek yüzlü, arkadaş canlısı, ayrıca çok zeki ve karizmatiktir. Tüm bu özellikleri sayesinde hastane koridorlarında tanıştığı Megan'ın (Agnes Bruckner) aklını başından almıştır. Philip, Megan'ın ailesiyle de tanışmış ve onların gönlünü de fethetmiştir. Birlikte yaşayan Philip ve Megan düğün hazırlıklarına da girişmişler, adeta gün saymaya başlamışlardır. Ancak bir sorun vardır. Philip evden uzak bulunduğu her saati kütüphanede geçirmek yerine, sapıkça sitelerden tanıştığı genç kızlarla otellerde buluşup, onlara tuhaf psikolojik işkenceler yapmaktadır.   

Filmde ünlü oyunculara pek rastlamıyoruz. En ünlüsü, işi kovalayan polis rolündeki William Boldwin. Bu tür filmlerden piyasada çok var. Özellikle, işkenceci seri katil "Doktor Hannibal"dan sonra diğer tüm hikayeler yavan geliyor. Ama bu Craiglist Katili denen adam Amerikan halkını çok derinden sarsmış olacak ki filmi çekilmiş. (Zira filmle ilgili araştırma yaparken film bilgilerinden çok, katilin gerçek resimlerine ulaştım.)

Beklentinizi düşük tutarsanız, belki beğenirsiniz. Yine de siz bilirsiniz.

Hayata İyi Seyirler...

2 Ocak 2013 Çarşamba

"Tetikçiler" Kimin Peşinde???

Bir gün 30 yıl yaşlı halinizle karşılaşsanız nasıl istersiniz? Ya da 30 yıl genç halinizle karşılaşsanız? Joe'nun yolu kendi fazlarıyla bir yerlerde kesişecek Nerede mi? "Tetikçiler" filminde.
2012 yapımı "Tetikçiler" (Looper) adlı filme bir bakalım. Takvimler 2074'ü gösterdiğinde, zaman makinası icat edilmiş ve kullanılmaya başlanmıştır. Ama polis ya da askeriye tarafından değil, çeteler tarafından. Çeteler, cezasını kestikleri adamları yaka paça yakalayıp geçmişe, 30 yıl öncesine gönderirler. Ve o adamlar "Tetikçiler" tarafından anında öldürürler. Bir tetikçinin yapacağı tek şey ise kendine söylenen dakikada söylenen yerde tüfeği elinde beklemek ve adam belirir belirmez ateş etmektir. Bir çete bir tetikçiyle artık daha fazla çalışmak istemiyorsa, tetikçinin kendi yaşlılığını 30 yıl geriye gönderir ve onu kendisine öldürtür. Tetikçinin bundan sonra yapacağı tek şey, kendisine gönderilen külçe altınlarla 30 sene mutlu mesut yaşayıp, 30 yıl sonraki mutlak ölümünü beklemektir. Joe (Joseph Gordon-Levitt) da bir tetikçidir. Yine bir gün bir infaz için kendisine söylenen yere gider ve elinde tüfeğiyle bekler. Ancak zaman geçmiştir ama beklenen adam hala ışınlanmamıştır. Derken birden bir adam (Bruce Wills) belirir ve onunla göz göze gelirler. Ama o da nedir? Bu adam, Joe'nun kendi yaşlılığıdır. Peki Joe ateş edebilecek midir? Yoksa öylece bakıp kalacak mıdır?

Film çok muhteşem bir kurguya sahip. Hatta bence bu kurgudan onlarca film yapılabilir(di, filmin sonu öyle bitmeseydi.) Bilemiyorum. Belki yapımcılar kafayı çalıştırıp bir yerinden kurtarırlar. Ama film, hiç gelecekte çekilmiş gibi değil. Hatta yer yer geçmiş zamanda çekilmiş gibi duruyor. Dekorlar, kostümler ve jargon biraz sıkıntılı yani. Yine de bence çok iyi bir film. İzleyin, geçmişinizle savaşın, geleceğinizle yüzleşin (ya da ta tersi).

Hayata İyi Seyirler... 

1 Ocak 2013 Salı

"Bulut Atlası" Nasıl Bir Film???

2013'ün ilk filmi "Cloud Atlas" (Bulut Atlası) olsun. Yakışır, değil mi? Hiç umutlanmayın, methiyeler düzmeyeceğim. Sebebini, filmden bahsettikten sonra açıklayayım.
 Film tek bir senaryodan oluşmuyor. Geçmişte, günümüzde ve gelecekte yaşanan farklı farklı olayların birbirini nasıl tetikleyebileceğini anlatıyor. Hikayelere tek tek bakalım.

1) 1849'da bir gemi yolculuğuna çıkan bir avukat, zenci bir kölenin kırbaçlandığına şahit olur. Daha sonra gemiye tekrar bindiklerinde zenci köleyi gemide bulur. Kölenin tek istediği, özgür olmaktır.
Hikaye 1
2) Ünlü bir bestecinin katipliğini yapan genç ve eşcinsel bir adamın, sevdiği adama yazdığı mektuplar, bir gün yerine ulaşacaktır. (Bu arada katibin yaptığı bestenin adı Cloud Atlas Sixlet: Bulut Atlası Altılısı'dır.)
Hikaye 2
3)  Bir nükleer santralde gerçekleşen bir cinayetin peşine düşen inatçı bir gazeteci, kendini bir ölüm kalım savaşının içinde bulur.
Hikaye 3

4) Çok sürpriz bir gelişmeyle büyük bir paraya kavuşan yaşlı yayıncı, paranın peşine düşen çetelerin elinden kurtulmak için bir huzur evine yerleşir. Ancak yağmurdan kaçarken doluya tutulur.
                                                                             Hikaye 4

5) Geleceğin Kore'sinde klon bir kadının başlattığı özgürlük hareketi, kitleleri etkileyecektir.
                                                                            Hikaye 5

6) Gelecek zamanda Hawaii'de bir yerlerde yaşayan ilkel bir kabile ve daha uzaklakda yaşan kadim (kahin) bir grubun dayanışması çok ilginç bir gerçeği ortaya çıkaracaktır.
                                                                        Hikaye 6 

Filmin yönetmenlerinin Wachowski Kardeşler olduğunu söylemek zorundayım. (Matrix'teki fikir uçuşmalarının kat be kat fazlasını bu filmde görebilirsiniz.) Ayrıca filmde bir çok ünlüyü bir arada görüyoruz. Tom Hanks, Hugh Grant, Halle Berry, Hugo Weaving... Ama hiç birini bir tek rolde izlemiyoruz. Neredeyse tüm oyuncuları 6 hikayede de görüyoruz. Neden mi? Çünkü filmin asıl teması "reenkarnasyon ve evrimleşme". Yani filmi anlayabilmeniz için reenkarnayon kurallarını bilmeniz; filmi sevmeniz için de reenkarnasyona inanmanız gerekiyor.

Ben filmden pek etkilendiğimi söyleyemeyeceğim. (Romanı da okumamıştım.) Çünkü Türkiye'de, daha da ötesi Anadolu topraklarında İslam öğretileriyle büyümüş olan biri olarak çok kültürlü bir geçmişe sahibim. Wachowski Kardeşler sanki bizim "Deyimler ve Atasözleri Sözlüğü"nü açmış, seçtiği deyişler için film çekmiş. "İyilik yap, denize at; şeytan diyor ki; alma mazlumun ahını; aza kanaat etmeyen çoku bulamaz..." Ayrıca reenkarnasyona da inanmıyorum.
 
Bilemiyorum. Seven çok sever, sevmeyen hiç sevmez. 3 saatiniz varsa ayırın. Ama en sakin 3 saatinizi. Ha bir de elinize bir kalem, bir de kağıt alın, karakterleri ve isimlerini not alın. Yoksa çok karışıyor.

Hayata İyi Seyirler...