31 Mart 2013 Pazar

"Los Angeles Sırları"

Bazen "Ne varsa eskilerde var" diyesim geliyor. Son zamanlarda şöyle komplike, zeka geliştirici ve sürpriz sonlu bir filme rastlamamıştım. Üstelik bir de yıldızlar geçidi şeklinde bir film. Elinizi sallasanız ünlüye çarpıyor. Kim Basinger'lar, Danny DeVito'lar havada uçuşuyor.

1997 yapımı "Los Angeles Sırları" (L.A. Confidentals) adlı filme bir bakalım. Her yönüyle örnek bir eyalet olan Los Angeles'taki bir polis karakolunda geçen hikayede birbirinden ilginç polis memurları yapmaktadır. Bud (Russell Crowe) kadın düşmanı erkeklerin agresif düşmanıdır. Jack (Kevin Spacey) eğlenceli, gamsız ama yetenekli bir polistir. Edmund (Guy Pearce), dürüstlük abidesi ve adalet temsilcisi hırslı bir memurdur. Bir birbinden farklı yeteneklere sahip bu üç polis kendilerini, gelmiş geçmiş en dallı budaklı cinayet soruşturmasının içinde bulur. Zira karşılarında hem basın, hem mafya, hem de çürük elma diye tabir edilebilecek hain polislerden oluşan grift bir çete bulunmaktadır. Peki genç kadınları estetik ameliyatlarla ünlülere benzetip sonra da onlara fuhuş yaptıran bu çeteyi çökertmek nelere mal olacaktır?

Filmin yönetmeni Curtis Hanson aynı zamanda "8 Mil" filminin de yönetmeni. Filmin aslında roman uyarlaması olduğunu ve yazarının da James Ellroy olduğunu söylemekte yarar var. Filmdeki ünlülerin her birinin oyunculukları muhteşem. Özellikle Russell Crowe dehşet bir performans sergilemiş. Hepsinin gençliklerini izlemek de çok hoş.    

Velhasıl kelam, film çok güzel. İzleyin, gerilin.

Hayata İyi Seyirler...

P.S. Filmde çok fazla karakter olmasından dolayı elinize kalem kağıt almanızı tavsiye ederim:)))

30 Mart 2013 Cumartesi

"Senden Önce"

Yine reytingleri düşük, sonu başından belli, sıradan, ama bir o kadar da akıcı ve eğlenceli bir romantik komedi.
2011 yapımı "Senden Önce" (What's Your Number?) adlı filme bir bakalım. Ally, işinden yeni ayrılmış, kendini kız kardeşinin nişan hazırlıklarına vermiş, 30 yaşlarında bekar bir kadındır. Ally, bir gün eline geçen bir kadın dergisinin sayfalarını karıştırırken rastladığı bir makale yüzünden alt üst olur. "Sizin Sayınız Kaç?" sorusunu soran makale, kadınların çıktıkları erkeklerin sayısının ortalama 10.5 olduğunu yazmaktadır. Ve yine aynı makaleye göre bu sayı en fazla 20 olmalıdır. Makaleyi fazlasıyla ciddiye alan Ally 21 olmamak için artık başka kimseyle flört etmeme kararı kalır. Ally için yapılacak en iyi şey eski sevgililerinden birine geri dönmek gibi gelir. Fakat o isimlere nasıl ulaşacağını bilememektedir. Bunun için ona yardım edecek tek kişi, çapkın ve müzisyen kapı komşusu Colin olacaktır.

Filmin başrol oyuncusu Anna Faris'i "Korkunç Bir Film Serisi"nden tanyıyoruz. Jönümüz ise "Kaptan Amerika"yı canlandıran Chris Evans -ki ben bu tür adamlara romantik komedileri hiç yakıştıramıyorum.

Tıpkı diğer romedi filmleri gibi. Ne eksiği var, ne fazlası. Romantik yada komik olmayan bir komedi filmi işte:)

Hayata İyi Seyirler...

"Umudunu Kaybetme"

"Aşk Doktoru" (Hitch) filminden beri Will Smith'i çok seviyorum. Dün TV'de beyefendinin bir filmine daha denk geldim. "Hadi" dedim "Imdb'den reytinglerine bakayım da öyle izleyeyim." Bir baktım reytingleri bayağı yüksek. "E hadi izleyeyim o zaman" dedim ve dar bir vakite sıkıştırarak izledim ve memnum kaldığımı belirtmek isterim. Size izlemenizi tavsiye ettiğim filmden bahsedeyim.

2006 yapımı "Umudunu Kaybetme" (The Pursuit of Happiness) adlı filmdeki Chris Gardner (Will Smith) evli ve bir çocuk babası bir pazarlamacıdır. Chris, iyi bir baba ve iyi bir kocadır ancak maalesef iyi bir pazarlamacı değildir. Chris ve eşi bu yüzden şiddetli geçim sıkıntısı çekmekte, bu da şiddetli geçimsizliğe neden olmaktadır. Birikmiş trafik cezaları, vergi borçları, ev kirası, çocuğun okulu vesaire derken karısı Linda evi terkeder ve ayrılma kararı alır. Ancak Chris bu kez daha büyük bir sorunla karşı karşıya kalır çünkü çocuğun velayeti konusunda sıkıntı çıkmıştır. Chris'in, oğlunun velayetini alabilmesi için en önemli etken düzenli bir işe girmesi olacaktır. Chris varını yokunu ortaya koyarak bir borsa patronunun dikkatini çekmeyi başarır.. Artık herşey daha farklı olacaktır.

Will Smith bu filmde gerçek oğlu Jaden Smith'le birlikte rol alıyor. Dansta,oyunculukta ve müzisyenlikte kendini defalarca kanıtlamış olan Will'in oğlunun da aynı yeteneklere sahip olduğu çok açık. Jaden bu filmde çok şirin bir çocuğu oynuyor. Bu filmden bir kaç sene sonra Jackie Chan'le birlikte "Karate Kid"de de başrol oynamış, filmin müzikleri için de Justin Bieber'la "Never Say Never" şarkısına düet yapmış ve bir de klip çekmişti. Yani diyebiliriz ki yeni bir yıldız yetişiyor. Yolun açık olsun Jaden...

Hayata İyi Seyirler... 

28 Mart 2013 Perşembe

Frank Nasıl "Ağır Abi" Olacak???

Hollywood'da şu Vietnam gazilerinin her biri için bir film çekildi her halde. Toplamda kaç tane gazi varsa o kadar da film var. İşte onlardan biri daha.

2012 Yapımı "Bad Ass" (Ağır Abi) adlı filme bir bakalım. Frank 50 yaşlarında bir Vietnam gazisidir. Bekardır, berduştur, yalnızdır, hayatını sosisli sandwiç satarak geçirmiş ve dışlanmış biridir. Frank bir gün halk otobüsünde yolculuk ederken iki dazlak genç ihtiyar bir adama sataşmaya başlayınca bizim Frank kendini tutamaz ve gençlerin ikisini de bi temiz döver. Bu olayı cep telefonuyla görüntüleyen diğer yolcuların, bu videoyu youtube'ta yayınlaması Frank'ın hayatını birden bire değiştiriverir. Bütün şehir Frank'i tanımaya başlamış, onunla tokalaşmak için kuyruğa girmeye başlamıştır. Artık toplumdan dışlanmayan Frank, şehrin "Ağır Abi"si olmuştur. Peki adamımız bu lakabın hakkını nasıl mı verecektir? Masumları kötülerden korumaya başlayarak.

Filmin senaristi ve yönetmeni Craig Moss. Başrol oyuncusu ise eski Meksika filmlerinden tanıdığımız Danny Trejo.

"Yeşil Yaban Arısı" (Green Hornet) ve "Gran Torino" karışımı bir film, ama o iki film kadar güzel değil. Basit ama sürükleyici bir konusu var. Tavsiye edebileceğim bir film değil ama denk gelirseniz de izleyin.

Hayata İyi Seyirler...

"Bir Papa'mız Var!" Yani Papa Kim???

Biz Müslüman alemini hiç mi hiç ilgilendirmeyen, ama Hıristyan aleminin en önemli olaylarından biri olan "Papalık Seçimi" ile ilgili bir film yapılmış. Hem de başarılı İtalyan oyuncu ve yönetmen olan Nanni Moretti tarafından. Üstelik film pek çok festivalde gösterilmiş ve festivallerin en çok ilgi gören filmi olmuş.

2011 yapımı "Habemus Papam" (We Have A Pope! Bir Papamız Var!) adlı filme bir bakalım. Katolik Dünyasının tüm kardinalleri Vatikan'da toplanmıştır. Amaç, yeni Papa'nın kim olacağını belirlemektir. Uzun süren oylamalar sonucu Kardinal Melville yeni Papa olarak seçilir ve beyaz duman yakılmak suretiyle halka duyurulur. Yeni Papa Melville giydirilir, kuşatılır, St Peter's Meydanında yapacağı balkon konuşması için hazırlanır. Tüm Hristyan aleminin gözü o balkona çevrilmiştir. Ancak bu ruhanii liderlik görevinin ağırlığını kaldıramayan Melville şoka girer ve balkona çıkamadan çığlıklar atarak oradan kaçar. Diğer kardinaller neye uğradıklarını şaşırmışlardır. Daha da kötüsü, basına ve meydanda birikmiş kalabalığa ne söyleyeceklerdir? Kendini odasına kapatan Melville için önce ülkenin en iyi profesörleri getirilir. Ancak Melville'de ciddi bir sağlık sorunu teşhis edilmemiştir. İkinci bir hamle olarak gizlice bir psikologa götürülür. İşte Melville'in kendini keşfetmesi bu terapiler esnasında başlayacaktır.

Papalık seçimlerini çok alternatif bir yaklaşımla gözler önüne seren film gerçekten çok trajikomik. Aynı zamanda çok ihtişamlı. Her zaman dua eden, ilahi okuyan ve birilerini kutsayan din adamları olarak gördüğümüz kardinallerin de aslında birer insan olduklarını gösteren değişik bir film.

Halifeliği çoktan kaldırmış ve ruhban sınıfı diye bir aracı kurumu zaten kabul etmemiş olan bizler için uzak bir film. Ama yine de eğlenceli sayılır. Merakınız varsa, izleyin. Yoksa başka filmler aramaya devam edin.

Hayata İyi Seyirler...    

26 Mart 2013 Salı

Şu "Taqwacore'lar" da Kim???

Metallica ve Iron Maiden'la daha 6 sınıftayken tanıştım. Hem de öyle"Nothing Else Matters"la falan değil, gümbür gümbür Trash Metal'le. Herkes Tarkan dinlerken ben çoktan uçmuştum. Kültürümüzle uzaktan yakından alakası yoktu tabi. Hele benim gibi tamburii bir babanın kızı ve kanunii bir erkek kardeşin ablasıyken, hiç mi hiç alakası yoktu. O yüzden olacak ki çok kenarda köşede kalmış bir filmi bulup çıkardım ve izledim. Özetleyeyim mi? "Punkçı Müslümanlar"

Gelin 2010 yapımı "The Taqwacores" adlı filme bir bakalım. Yusef, New York'ta bir üniversitede mühendislik fakültesi birinci sınıf öğrencisi olan Pakistanlı muhafazakar müslüman bir gençtir. Önceleri kampüsteki yurtta kalan Yusef, daha sonra kendisi gibi müslüman ama aynı zamanda punkçı olan çılgın gençlerle aynı eve taşınır. Kendilerine Taqwacores diyen bu gençler adeta batı dünyasının popüler serseri kültürüyle dini inançları arasında sıkışıp kalmışlardır. Evdeki gençler kadar ev de bir tuhaftır. Gündüz ibadethane olarak ev, gece çılgın partilerin verildiği bir mekana dönüşmektedir. Peki tüm bu karmaşa içinde kafası allak bullak olan Yusef acaba neler yaşayacaktır?

Filmin tanıdık bir oyuncusu yok. Film ekibi de tanıdık değil. Hatta çoğu kimse için senaryo da tanıdık değil. Ama aslında hepimizin her gün yaşadığı ve artık sıradan bulduğu görüntüler, durumlar, olaylar ve sahnelerle dolu.

Filmin reytingleri elbetteki çok düşük, çünkü filmcilik açısından bakıldığında çok amatör bir film. Ama ben ziyadesiyle empati kurdum. O yüzden de sonuna kadar izledim.

Merakınızı celb ettiyse izleyin. Yok etmediyse eski filmlere tekrar atmaya devam.

Hayata İyi Seyirler...

24 Mart 2013 Pazar

"İhtiyar Delikanlı" Neden 15 Yıl Hapsedildi???

Geçenlerde bir TV programında bir film eleştirmene en sevdiği 5 film soruldu. Ben de beyefendinin Top 5 listesini keyifle dinlemeye başladım. Derken o da ne! Listedeki 5. filmi hiç duymamıştım. "Old Boy"!!! Hemen bir yerden bulup izledim filmi. Filmle ilgili hislerimi en sonda belirteyim.

Gelin önce 2003 yapımı "İhtiyar Delikanlı" (Old Boy) adlı filme bir bakalım. Dae-su, kendi halinde yaşayan sıradan genç bir adamdır. Bir gün aniden hiç bir açıklama yapılmaksızın bir kaç goril tarafından yaka paça bir eve kapatılır ve tam 15 yıl boyunca bu evde hapsedilir. Ev ilk bakışta normal bir evdir. Koltuğu, televizyonu, banyosu, her şeyiyle huzurlu bir ortamdır. Ancak aslında içeriden dışarıdan 24 saat boyunca kameralarla izlenen, kurşun geçirmez camları olan ve adresi belli olmayan bir evdir. Dae-su bu evde 15 yıl boyunca kimseyi görmeden yaşamıştır. Ama hiç bir zaman işkence ya da eziyet edilmemiştir. Bilakis, yemekleri ve kişisel bakımları hiç ihmal edilmemiştir. 15 yıl sonra Dae-su, bu tuhaf hapishaneden bir şekilde kurtulmayı başarır. Şimdi ilk hedef, kendisine bu kötülüğün neden ve kim tarafından yapıldığını bulmak olacaktır.

Filmin dili Korece. Çizgi roman uyarlaması. Kore filmi olduğundan bir tek oyuncusunu bile tanımıyoruz. Ama gerçekten çok gerilimli bir film. Korkunç sahneler yok, kanlı vahşet sahneleri yok. Ama belirsizlikler içinde dehşet bir psikolojik savaş var. Kimin iyi kimin kötü olduğu bile değil. Acayip bir film:)

"Godfather"ı, "Rezervuar Köpekleri"ni sevdiyseniz, bunu da seversiniz. Benim tarzım değil. Ama psikolojik gerilim filmi izlemek istiyorsanız, başka film aramayın derim.

Hayata İyi Seyirler...  

21 Mart 2013 Perşembe

"Arabalar 3" Çıkacak Mı???

"Arabalar" (Cars) filmini onlarca kez izlemişimdir. Her iki filmi de. Hatta iki oğlum olduğu için her iki filmin de tüm karakterleri yaşıyor bizim evde. Şimşek Mcqueen, Mater, Fin Mcroket, vb. bizim evin evcil hayvanları gibi sanki. Bu yüzden 3. filmi hem dört gözle bekliyoruz (filmi çok sevdiğimiz için), hem de hiç istemiyoruz (yine bir sürü oyuncak araba almak zorunda kalacağımız için).

cars 3 fragman ile ilgili görsel sonucuHer ne kadar ikinci filmin reytingleri düşük olsa da Pixar bu işten öyle çok kar elde etti ki 2-12 yaş arası erkek çocuklarının %98'i Şimşek Mcqueen'li nevresimlerle uyuyor, Şimşek Mcqueen'li T-shirtler giyiyor, Şimşek Mcqueen'li bisikletlere biniyor, Şimşek Mcqueen'li dergiler okuyor...

Haberi benden duyun: Arabalar 3 filmi 17 Haziran 2017'de gösterime girecek. Bu kez Şimşek McQueen'i olgun bir karakter olarak izleyeceğiz. Görünüşe göre McQueen genç yarışmacılara kendini ispatlamak için yarışacak. Görünüşe göre Mater pek ortalarda gözükmeyecek. Onun yerine Toni ve DJ adlı karakterlerle tanışacağız.

Kısacası 2017'de çevir çevir "Arabalar 3" izleyeceğiz. Artık müjde mi, kara haber mi, siz karar verin.

Hayata İyi Seyirler...

18 Mart 2013 Pazartesi

"Battlestar Galactica: Blood and Chrome" ???

Eskiler bilirler. "Battlestar Galactica" adlı TV dizisi yıllarca severek izlenmiş, her bölümü heyecanla beklenmiş bir bilim kurgu dizisidir. Hatta bir söylentiye göre "Terminator" filmlerinin ilham kaynağıdır. Makinaların Dünya'yı ele geçirişi, yarı organik yarı inorganik androidler, vb. hepsi yıllar öncesinde Battlestar Galactica'nın konuları içinde işlenmişti.  İşte o dizinin bir de filmi yapılmış.

Gelin 2012 yapımı "Battlestar Galactica Blood and Chrome" adlı diziye bir bakalım. William (Luke Pasqualino), yeni yetme bir savaş pilotudur. Makinaların, insanlara hayat şansı tanımadığı bir dünyada yapılacak en iyi iş makine öldürmek olduğu için pilot olmuştur. Göreve başladığı gün çok heyecanlıdır, büyük bir savaş gemisi kullanacağını hayal etmektedir. Amacı Birinci Cylon Savaşında onlarca makine haklamaktır. Ancak kendisine derme çatma bir gemi, huysuz bir yardımcı pilot, bir de tehlikeli ve güzel bir kadın mürettebat verilince işler karışır.

Filmin diyaloglarının çok suni olduğunu söylemekte fayda var. Oyunculuk denen şeyden zaten eser yok. Dekorlar ve makineler dizinin konseptine paralel olduğundan dolayı her şey tuşlu. Bu da dokunmatik özellik ya da sanal ekrana alışmış olan bizler için çok sırıtıyor.

Kısacası film çok sıkıcıydı. Daha önce izlemiş olduğum "Serenity" ve "Sunshine" bilim kurgu filmleri için de aynı şeyleri hissetmiştim. Ama eğer siz o filmleri beğendiyseniz, bunu da kesin beğenirsiniz. Yani siz bilirsiniz.

Hayata İyi Seyirler...  

16 Mart 2013 Cumartesi

"Fantastik" Mi, Bilim Kurgu Mu???

'80 kuşağı pek bilmez ama '80 öncesi kuşak adı gibi bilir bilim kurgu filmlerini. Star Trek'in, Star Wars'un, Battlestar Galactica'nın, Geleceğe Dönüş'ün, Terminator'ün, daha da ötesi bilim kurgunun çok popüler olduğu o yıllarda uzuuuun soluklu bir akım olarak hafızalarda iz bırakmış bir dönemdir bilim kurgu hikayeleri. Asimov'un kitapları, Dune serisi Çöl Gezeni romanları çıkınca yer yerinden oynamıştı o zamanlar. Peki o zamanlar bilim kurgunun neden bu kadar hayran kitlesine sahip olduğuyla ilgili bir fikriniz var mı? Ya da şu anda neden popülaritesini yitirdiğiyle ilgili? Yok mu? O zaman ben söyleyeyim.

Elbette ki bunun tek bir sebebi yok ama en önemli sebepleri sıralayacak olursak bence ilk sıralarda şu geliyor: Şu anda sıradanlaşmış olan uzaya gitme fikrinin o zamanlar ancak ve ancak bilim kurgu filmlerinde mümkün olabilmesi bu konuda çok etkili olmuş görünüyor. "Bilim Kurgu"nun en parlak dönemini yaşadığı o dönemde şimdiki gibi uzay araçları ne mümkün? Ya da şimdiki gibi füturistik kostümler, dekorlar, ambiyanslar ne gezer? Şu anda "bilim"e o kadar alışığız ki "kurgu"ya ihtiyacımız bile yok. Zira şu anda aya neredeyse raylı sistem döşenecek; adamın biri geçenlerde uzaydan paraşütle atladı; ülkelerin uzaya gönderdiği telekomünikasyon uydularının sayısı uzaydaki yıldız sayısıyla kapışacak düzeyde. Hatta geçen hafta Meksika'ya mı ne meteor falan düştü ve onlarca kamera olayı görüntüledi. Yani artık uzayla ilgili her şey vaka-ı ardiyeden sayılır.

O yüzden de "bilim kurgu" eski önemini yitirdi. Terminatör gibi kült bir filmin bile 3.sü yapımcı firmayı iflas ettirdi. Zavallı adamlar filmin isim haklarını bile satarak kurtarabildiler paçayı. 4. filmin çöküşünden hiç bahsetmiyorum bile.

Bugün için bilim kurgu filmleri çekilmiyor değil, çekiliyor. Ama en fazla bir kez. Gerisi gelmiyor. İkincisi çekilenler ya çizgi roman uyarlamaları (Ironman, Transformers, X-Men, Spiderman gibi), ya da dünyanın en uçuk filmleri (Matrix serisi gibi, Avatar gibi). (Bu arada Matrix serisinin bilim kurgu türünü bitkisel hayata soktuğunu söylemek zorundayım. Ne de olsa bundan sonra Matrix'i sollayacak bir bilim kurgu filmi çekmek neredeyse imkansız. İnşallah Watchowski Kardeşler gibi iki deli daha çıkar da biz de yeniden bilim kurguya doyarız.)

Öyle zannediyorum ki fantastik filmlerin yıldızı da bilim kurgunun düşmesiyle yükseldi. Bilimin, özellikle müspet bilimlerin, hayatın her alanını kuşattığı şu dönemde galiba insanlar formüllerden sıkıldı. İnsanlar keskin sebep-sonuç ilişkilerinden ziyade bilimsiz kurguya, yani fantastik kurguya, yani "büyü - cazı" işlerine yöneldi. Mesela ne gibi? Mesela Harry Potter gibi. Mesela Yüzüklerin Efendisi gibi. Mesela Narnia Günlükleri gibi. Mesela Karayip Korsanları gibi. Mesela Alacakaranlık gibi. Bu filmlerin hiç birinin bilimle fenle alakası yok. Ama hepsi de masalsı kahramanlarla, ucube yaratıklarla, sihirli değneklerle, büyü kitaplarıyla, ruh ikizleriyle ve bunun gibi fantastik ögelerle dolu. Çünkü şu anın bilim kurgusu o.

Bu düşüncemi şununla desteklemek istiyorum. Bir anket yapsanız, 100 kişiye sorsanız "Yüzüklerin Efendisi fantastik mi, bilim kurgu mu?" diye, yarısı "bilim kurgu" der, diğer yarısı "fantastik bilim kurgu" der. Kısacası sizi deliye döndürürler. Nereden mi biliyorum. Çünkü sordum, oradan biliyorum:))) (Allah'tan Matrix'e fantastik demiyorlar, onu da sordum. Ama Avatar ve Star Wars gibi filmlerde ciddi bir karmaşa var, e normal tabi.)

Kişisel fikrimi soracak olursanız her iki türü de çok seviyorum. Yeter ki film dâhilerin elinden çıksın.

Hayata İyi Seyirler...

15 Mart 2013 Cuma

"Rio"da Neler Olacak???

Animasyoooooooon!!! Her hafta bir tane izleyemezsem rahat edemiyorum. Alın size bir tane daha. Hem de "Buz Devri"nin yaratıcılarından.

2011 yapımı "Rio"ya bir bakalım. "Mavi Macaw" türündeki mavi tüylü tropik papağan Mavili, küçüklüğünden itibaren Linda tarafından büyütülmüş entelektüel bir kuştur. Mavili'nin hayatı Linda'nın çalıştığı kitapçıda bolca kitap okuyarak, kahve içerek ve eğlenerek geçmiştir. Ancak bir gün kitapçıya gelen bir bilim adamı Linda'nın ve Mavili'nin hayatını tümüyle değiştirecektir. Çünkü bilim adamı Tulio, Mavili'nin mavi macaw türünün son örneği erkek olduğunu ve türünün devam etmesi için Rio'daki dişi mavi macaw'la çiftleşmesi gerektiğini söylemektetir. Mavili ve Linda, başta bu teklifi kabul etmeseler de daha sonra kabul etmek zorunda kalırlar. Bu gezi, bu ikili için hayatlarının en büyük macerası olacaktır.   

Karakterleri seslendiren isimler çoğunlukla tanıdık. Anne Hathaway gibi, Jesse Eisenberg gibi. Yapımcılar da tanıdık olunca hemencecik filmin içine girebiliyorsunuz. Ama bu durum bir anlamda da olumsuz bir hava yaratıyor. Çünkü film gerçekten çok tanıdık, yani aşırı derecede tanıdık. İlk kez izlediğinizde bile 5. kez izlemişsiniz gibi gelecek kadar tanıdık. Ya da ben öyle hissettim, bilemiyorum.

Yine de izleyin ya da çocuklarınıza izletin tabi.

Hayata İyi Seyirler...  

13 Mart 2013 Çarşamba

"Umut Işığım" Yansın...

Yeni bir film kategorisi çıkmalı bence: "Romantik Trajikomedi" gibi bir şey olmalı adı. Çünkü bugün bir film izledim başka türlü sınıflandıramadım kafamda. Ancak böyle kategorize edebildim. Son zamanların yükselen filmlerinden. Bilirsiniz, pek çok dalda Oscar'a aday olan 2012 yapımı"Umut Işığım" adlı film.

Hikayeye bir bakalım. Pat (Bradley Cooper), karısını evinin banyosunda başka bir adamla uygunsuz halde yakaladıktan sonra kafayı yemiş ve 8 yıl tedavi görmüş genç bir adamdır. Üstelik, saldırgan tavırları yüzünden kanunen karısına 150 metreden fazla yaklaşamama cezası almıştır. Uzun süren tedaviden sonra Pat, anne - babasıyla aynı evde yaşamak üzere hastaneden taburcu olur ancak normal hayata adapte olmakta epeyce zorlanır. Zira kafayı eski eşi Nicky ile arasını düzeltmeye takmıştır ve bu yolda kimseyi dinlememektedir. Pat'in geri döndüğünü duyan eski bir arkadaşı Pat'i yemeğe davet eder. Ancak o yemeğe bir kişi daha davetlidir. Ev sahibi olan hanımın yine manik depresif kız kardeşi Tiffany (Jennifer Lawrence). Karısına yaklaşamayan Pat için Tiffany yepyeni bir umut ışığıdır. Çünkü Tiffany, Pat ve karısı arasındaki haberci güvercin olmayı kabul edebilecek yegane çatlak insan olacaktır.

Film ilginç. Senaryo güçlü. Oyunculuklar muhteşem. En İyi Erkek Oyuncu Oscar'ına aday olan ancak heykelciği kucaklayamayan Bradley Cooper'a çok yazık olmuş diyorum. Lincoln'ü canlandıran Daniel Day-Lewis'le kapışırlarmış. Ama En İyi Kadın Oyuncu Oscar'ını kapan Jennifer Lawrence için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Daha doğrusu bilmiyorum, çünkü bu dalda Oscar'a aday olan diğer kadın oyuncuları izlemedim. İzlersem, o konuyla ilgili fikirlerimi de paylaşırım.

Filmde Pat'in babasını oynayan Robert De Niro da En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu dalında adaydı ancak Django'daki ödül avcısını canlandıran muhteşem oyuncu Christoper Waltz'a yenildi.  

Filmi tavsiye ediyorum. İzleyin, filmi bırakın, oyunculukları izleyin. Bir de benim şu yeni türettiğim "Romantik Trajikomedi" türünü kavramaya çalışın:)))

Hayata İyi Seyirler... 

"Yapardım Ama..." Niye Yapmıyorsun???

Kendimi orta okullu yeni yetme genç kızlar gibi hissediyorum. Bir günde iki romantik komedi izleyerek bir ilke imza attım. Şu anki ruh halim çok güzel, hayata toz pembe bakıyorum. Pembe panjurlu ev hayalleri falan kuruyorum. Siz güzel insanlar da benimle bulutların üstünde dans etmek ister misiniz?

2004 yapımı TV filmi "Yapardım Ama..." (I Do (But I Don't)) adlı filme bir bakalım. Lauren, (Denise Richards) aldatıldığı için eşinden ayrılmış olan genç bir kadındır. Hayatını Düğün Plancısı olarak kazanmaktadır. Gelin ve damatların bu mutlu günlerinde çıkan her türlü sorunu canla başla çözen, o mutlu gün yapılan tüm hazırlıklarda bizzat görev alan hırslı bir kadındır. Bir gün yine bir düğün organizasyonda damadın saçma sapan bir davranışı yüzünden itfaiye çağırılır ve sorun giderilir. Bu olay esnasında tanışan Lauren itfaiyeciden hoşlanır; itfaiyeci de Lauren'den. Ertesi gün Lauren yine bir düğün siparişi alır. Evlenecek olan kişi ise Lauren'in güzel, seksi, başarılı ama şımarık eski arkadaşı Darla'dır. Lauren, profesyonelliği gereği işi kabul eder. Ancak ne zaman ki damadı görür, işler karışır. Zira damat, Lauren'in hoşlandığı itfaiyecidir.

Filmin ne kadar basit olduğunu ve sonuçta ne olacağını kolayca tahmin edebilmişsinizdir herhalde. Ama bir dakika, tahmin edememiş de olabilirsiniz. Zira film, IQ'yu sıfırlayan cinsten. Yukarıdaki gereksiz mutluğumun sebebi buydu zannedersem, ama şimdi iyiyim, merak etmeyin.

Sadece orta okul çocuklarına tavsiye edebilirim. Yine de siz bilirsiniz.

Hayata İyi Seyirler...

11 Mart 2013 Pazartesi

"Kadın Aklı Erkek Aklı" Nasıl Çalışır???

Romantik komedi "izlemeyeceğim, izlemeyeceğim" diyorum; yine izliyorum, yine izliyorum. Hepsinin mi sonu aynı olur kardeşim. Bir kere de şaşırtsın bir tanesi. Alın size sıradan bir romantik komedi daha.

2009 yapımı "Kadın Aklı Erkek Aklı" (The Ugly Truth) adlı filme bir bakalım. Abby, müzmin bekar bir sabah programı yapımcısıdır. İşinde başarılıdır ama sakarlığı ve dürüstlüğü yüzünden yalnızlığa mahkumdur. Mike ise tam bir aşk doktorudur. Kadınların ve erkeklerin ne istediğiyle ilgili sınırsız ve çarpıcı bilgilere sahiptir. Abby'nin sabah programında "Çirkin Gerçek" adlı programı sunan Mike ile Abby hiç iyi geçinememektedirler. Ancak Abby, karşı komşusundan hoşlanıp bundan Mike'a bahsedince Mike Abby için elinden geleni yapmaya başlayacaktır. Bu "karşı komşuyu tavlama seansları" ise Abby ve Mike'ı birbirlerine yakınlaştıracaktır.

Sonunu anlamışsınızdır herhalde. Zaten anlamamak için aptal olmak lazım. Filmde Abby'yi canlandıran Katherine Heigl ve Mike'ı canlandıran Gerard Butler'ın çok sempatik olduklarını söylemekte yarar var. Ama o kadar. Başka da bir numarası yok filmin.

Yine de "illaki romantik komedi" diyenlerdenseniz, siz bilirsiniz.

Hayata İyi Seyirler...  

"Gerçeğin Parçaları"

Dramalarla aram pek hoş değildir. Genellikle sıkıcı olurlar. Konuları basittir ama çoğu kötü işlendiği için anlamakta güçlük çekersiniz. Bir türlü bitmek bilmezler, sonunda da tatmin olmazsınız. Yine de reytingleri yüksek olduğu için "Hadi izleyeyim bari" diyerek bir şans verdiğim bir filmden bahsetmek istiyorum.

2010 yapımı "Gerçeğin Parçaları" (Winter's Bone) adlı filme bir bakalım. Ree, 17 yaşında genç bir kızdır. Ancak hayat şartları ona 47 yaşındaki bir kadının sorumluluklarını yüklemiştir. Çünkü Ree'nin firari bir uyuşturucu imalatçısı olan babası, yatalak bir sinir hastası olan annesi, bakıma muhtaç iki küçük kardeşi ve çekip çevirmek zorunda olduğu bir arazisi vardır. Ree, onurlu ve çalışkan bir genç kız olduğundan dolayı hiç sızlanmadan hayatını sürdürür. Ancak bir gün bir polis ekibi Ree'nin evine kötü bir haberle gelir. Habere göre Ree'nin babası evi ve arsayı ipotek ettirmiş ve borçlarını ödememiştir. Bu yüzden eve ve arsaya el konulacaktır. Tabi eğer Ree, babasının aslında kaçak değil ölmüş olduğunu ıspatlarsa ev de arsa da yine Ree'nin olacaktır. Ree'nin tek kurtuluşu babasının akıbetini ortaya çıkarmaktır.

Filmde Ree karakterini oynayan Jennifer Lawrence gerçekten çok başarılı. Zaten Ree karakteri de çok güçlü bir karakter. Pek çok yönden empati kurduğum erkeksi tabiatlı bir genç kız. Ama yine de filmin sıkıcılığını giderememiş.

Yüksek reytinglerine rağmen tavsiye edebileceğim bir film değil. Yine de siz bilirsiniz.

Hayata İyi Seyirler...

10 Mart 2013 Pazar

"Pi'nin Yaşamı"

Son yıllarda yapılan Hint filmleri izleyenleri hayran bırakmaları yetmiyormuş gibi bir de ödülden ödüle koşuyor. "Slumdog Millionaire", "3 Idıots", "My Name Is Khan" ve derken "Life of Pi"

Bir roman uyarlaması olan ve 2013'te pek çok Oscar kucaklayan 2012 yapımı "Pi'nin Yaşamı" na (Life of Pi'ye) bir bakalım. Hikaye, orta yaşlı Hindu bir adam olan Pi Patel'in kendi yaşam öyküsünü Kanadalı bir adama anlatmasıyla başlar. Pi, ismi yüzünden çocukken neler çektiğini, yine çocukken birden çok dine inandığını, müzik kursunda tanıştığı kıza nasıl aşık olduğunu falan anlatır. Ama asıl olay Pi ergenlik çağındayken başlar. Pi'nin babası aslen bir hayvanat bahçesi işletmecisidir. Ancak bir sebeple, hayvanları Kanada'da satmaya ve ailesini oraya taşımaya karar verir. Pi ve ailesi hayvanlarla birlikte gemiye binerler ve yola çıkarlar. İşte bu gemi yolculuğu esnasında çıkan bir fırtına, Pi'nin tüm ailesinin ölümüyle sonuçlanır. Kazadan sağ çıkan Pi için amansız bir hayatta kalma mücadelesi başlar. Zira Pi'nin karşısındaki tek zorluk bir filika içinde okyanus ortasında tek başına kalmış olması değil, aynı zamanda o filikayı vahşi bir kaplanla paylaşmak zorunda kalmış olmasıdır.

Film sinemalarda 3D olarak yayınlandı. Gerçekten de 3D izlenmesi gereken bir film olduğunu söylemek zorundayım. Zira çekimleri ve renklendirmeleri şahane. Üstelik film fantastik bir film(miş, bunu filmin sonuna doğru anlıyorsunuz). Pi'nin okyanus ortasında geçirdiği o zorlu günler boyunca aslında psikolojik bir savaş da vermiştir. Filmin asıl konusu, o kazadan sadece sağ değil, salim de kurtulmak için verdiği mücadeledir. (Filmi izlediğinizde ne kadar çok sembolizm kullanılmış olduğuna şaşıracaksınız.)
Bir arkadaşımın da söylediği gibi, filmin sonuna kadar "eh işte" diyerek izlediğim film, filmin sonunda "hmmm, fena değilmiş" dedirtti bana.

Canı gönülden tavsiye edebileceğim bir film değil ama güzel. İzleyin, kendiniz karar verin.

Hayata İyi Seyirler...

8 Mart 2013 Cuma

"Simpsonlar: Sinema Filmi"

Ben pek izlemem. Ama "Simpsonlar" denen çizgi dizinin tüm dünyada milyonlarca hayranı var. Tipik bir Amerikan ailesinin temsili olan çizgi filmin her yaştan bu kadar çok hayranının olmasının en önemli sebebi şüphesiz ki doğallığından kaynaklanıyor. Abartısız konular, pembe gözlükle gösterilmeyen evlilik hayatı, ailede kadının ve erkeğin rolü, ergenlik çağındaki çocuklar, komşuluk ilişkileri, ekonomik durumları, vb sadece Amerikan ailelerinin değil, sıradan ailelerin de adeta aynası olmuştur.

İşte bu denli güçlü bir yapı kurulunca da film çekmemek olmuyor. 2007 yılında "The Simpsons Movie" adında bir film çekildi. Filmimize bir bakalım. Evin sakar babası Homer, komşusu Krusty'nin öldürmeye çalıştığı bir domuzu saklayıp onu beslemeye başlar. Ancak bir kaza sonucu domuzun atıkları şehrin su kaynaklarına karışınca şehir suyu zehirlenmiş olur. Bu durumsa Homer'in başına patlar. Suçlamalar karşısında kendini aklayamayan Homer ve ailesi tüm Springfiled halkı tarafından dışlanır ve Simpsonlar göç etmek zorunda kalırlar. Daha da kötüsü, hızla kötü üne kavuşan şehir, Başkan Schwarzenegger tarafından haritadan silinme tehlikesiyle karşı karşıya kalır. Bu duruma karşı kayıtsız kalamayan Homer ve ailesi Springfield için kolları sıvarlar. Şehrin kaderi artık Homer'in ve hiç geçinemediği ailesinin ellerindedir.  

Çizgi dizilerine nazaran bir üstünlük göremediğim, hatta biraz da zayıf gördüğüm, ama hala çok güçlü bulduğum çizgi filmi tavsiye ediyorum. Simpsonları seviyorsanız, mutlaka izleyin.

Hayata İyi Seyirler...

3 Mart 2013 Pazar

Sizce Hollywood'un En Şanslı Oyuncusu Kim???

Beni tanıyan herkes Matrix'i ne kadar çok sevdiğimi bilir. İlk izlediğimde üç gün boyunca sanal ortamda yaşıyorum zannettim. Etkisinden kurtulamadım filmin. Yıllarca uzun paltolar ve hırkalar giydim. Hala sadece siyah giyinirim. Üç filmi de defalarca izledim. Öğrencilerime ve çocuklarıma izlettim.



Bu derece çok sevdiğim bir başka üçleme de tahmin edeceğiniz gibi "Yüzüklerin Efendisi" serisi. Daha orta okuldayken keşfettiğim kitapları bir çırpıda okudum ve arkadaşlarıma tavsiye ettim. Üniversitede okurken 2 yıl FRP oynadım. DM'imimizin en sevdiği öğrencilerinden biriydim. Tam içimdeki "Yüzükler" aşkı küllenirken "The Hobbit"in hortlaması beni yine allak bullak etti. Filmi sinemada izledim, ertesi sabah Cüce Prens Thorin'in kızı gibi uyandım. Saçlarım salık, yanlarda iki ince örgülü...

Sonra düşündüm, bu filmlerin ortak bir yanı var. 9 filmde de oynayan biri: Matrix'in Ajan Smith'ini, Yüzüklerin Efendisi ve The Hobbit'in Elrond'unu oynayan Hugo Weaving. Kendisi bu üç üçlemenin de havasını teneffüs etmiş, 9 filmde de kilit rolleri oynamış bir oyuncu.

En sevdiğim oyuncu o değil belki ama bence Hollywood'un en şanslı oyuncusu o. Eğer ben Hollywood'da bir oyuncu olsaydım, o olmak isterdim.

Ya siz? Siz kim olmak isterdiniz? Ya da soruyu şöyle soralım? Size göre en şanslı oyuncu kim? Cevaplarınızı merakla bekliyor olacağım.

Hayata İyi Seyirler...

"Fire With Fire" Ne Menem Bir Filmdi Öyle???

Allah'ım ya ben erdim, ya da benim film zevkim çok gelişmiş durumda. Beğendiğim fimlerin hepsi ödülden ödüle koşuyor (ya da beğeni oranları çok yüksek), beğenmediğim filmlerin hepsi de yerden yere vuruluyor.

Emin olun, Oscar'a güvenmem "Çürük Domates"e güvendiğim kadar. Ve geçen hafta en az benim kadar film tiryakisi olan bir arkadaşımın "Mutlaka izlemelisin!!!" diyerek elime tutuşturduğu "Fire With Fire" filmini bir izledim; aman ya Rabbi! O da? Bir film bu kadar mı kötü olur? Zaten Çürük Domates'te adı geçen filmlerden biri.

2012 yapımı "Fire With Fire"ın konusuna bir bakalım. Jeremy (Josh Duhamel), cesur bir itfaiyecidir. Kendisi bir akşam alışveriş yapmak için girdiği markette, market sahibi ve oğluyla birlikte arazi mafyası tarafından esir alınır. Ancak market sahibi, o silahlı adamlara direnmeye kalkınca kendisi de oğlu da öldürülür. Jeremy canını zor kurtarır. Olay polise yansır, Jeremy adamları teşhis eder ve tanık koruma programına alınır. Ancak kötü adamlar Jeremy'yi susturmak için hem Jeremy'nin, hem de sevgilisinin canına kastetmeye kalkınca Jeremy ipleri eline alır ve kötü adam avına çıkar.

Filmin bir aksiyon filmi olduğu her halinden belli. Ama 90'lardan kalma bir aksiyon gibi. Yani daha doğrusu biz aksiyon severler artık IQ'yu zorlayan karmakarışık aksiyonlara alıştığımız için (Ajan Salt gibi, Tetikçi gibi, Transporter gibi) bu tür aksiyonlar biraz yavan kalıyor.

İnanmazsınız, filmde Bruce Willis, 50 Cent falan oynuyor ama yine de olmamış yani.

İnşallah yapımcı, yönetmen, oyuncular, senaristler falan bana çok kızmazlar. Sonra oradaki mafya babasının yaptığı gibi "Önümüze çıkanaaaaaaaa bir kurşun" olmayalım da:)

Hadi Hayata İyi Seyirler...

1 Mart 2013 Cuma

Bir "Gran Torino" İçin Neleri Feda Edersiniz???

Clint Eastwood gibi adamlar gençliklerinde neyse, yaşlılıklarında öyleler. Böyle adamların yetenekleri hiç körelmez. Üstelik böyle adamlar çoğunlukla yükselen bir başarı grafiği çizerler. Beyefendinin sondan bir önceki filmi “Öteki Dünya”dan pek memnun kalmamıştım ama son filmiyle yine beni etkilemeyi başardı.

2008 yapımı “Gran Torino”ya bir bakalım. Walt Kowalski (Clint Eastwood), eşini yeni kaybetmiş huysuz ihtiyarın tekidir. Sivri dili yüzünden çocuklarıyla da torunlarıyla da arası iyi değildir. Hele evi Çin mahallesinin ortasında kalmış olan Kowalski için hayat gerçekten çekilmez bir hal almıştır. Zira kendisi bir Kore Gazisidir ve Asyalılardan tiksinmektedir. Hayatta değer verdiği sadece iki şey vardır. Biri fanatizm düzeyindeki Amerikan Milliyetçiliği, diğeri de 40 yaşındaki emektar arabası “Gran Torino”su. Bir gün yan eve yeni taşınmış Asyalı ailenin çocuğu Thao, beyefendinin Gran Torino'sunu çalmaya kalkınca Kowalski komşularıyla iletişime geçmek zorunda kalır. Onları tanıdıkça sevmeye başlayan Kowalski, ailenin hırsız çocuğunu topluma kazandırmaya karar verir. Böylece bizim huysuz ihtiyar ve ürkek hırsız hayatlarının tecrübesini yaşamaya başlayacaklardır.

Film komedi filmi değil ama en komik filmlerden daha komik. Ve aynı zamanda çok trajik. Hele ailenizde bu tipte huysuz ihtiyarlar varsa çok rahat empati kuracağınız bir film.

Mutlaka izlenmesi gereken bir film. Şiddetle tavsiye ediyorum. Zaten yapımcısı, yönetmeni ve başrol oyuncusu Clint Eastwood'un kendisi olunca daha da rahat tavsiye edebiliyorum.

İzleyin, beğeneceğinize eminim.

Hayata İyi Seyirler...

"Uygun Yetişkin" Ne Demek???

Seri katiller filmlerinin ne kadar da çok seyircisi oluyor. Şaşırtıcı doğrusu. Bu sebeple olacak ki tv'de her gün yeni bir seri katil hikayesi görüyoruz. Alın size bir tane daha.

2011 yapımı “Hazır Yetişkin” (Appropriate Adult) adlı filme bir bakalım. Janet (2 Ocar'lı Emily Watson) iki çocuk annesi bir ev hanımıdır. Ailesiyle mutludur ancak eşinin bir rahatsızlığı sebebiyle ailede hem ekonomik sıkıntı çekilmekte, hem de evin erkeği kavramında bir tatminsizlik yaşanmaktadır. Janet, para kazanmak için sıradışı bir iş için başvuruda bulunur: “Uygun Yetişkinlik”. Uygun Yetişkinlik, mahkemeye sevkedilen tutukluların itiraflarını kolaylaştırmak için mahkuma yardımcı olarak soruşturma heyetinde bulunacak kişi pozisyonundadır. Janet'ın ilk işi, seri katil zanlısı Fred olur. Fred öldürdüğü insanları ve gömdüğü yerleri zorluk çıkarmadan göstermeye başlar. Buraya kadar sorun yoktur. Ancak başka bir sorun vardır. Fred Janet'a çok iyi davranmaktadır. Bu ilgi, sevgiye aç olan Janet'ın hoşuna gitmeye başlamıştır. Bu duygusal bağ, Janet'ın başına çok işler açacaktır.

Film gerçek bir hikayeden alınmış. Üstelik İngiltere'nin en çok ses getiren davalarından biri olmuştur. Zira 13 kişiyi hunharca katletmiş olan (20 kişiyi daha öldürmüş olduğunu itiraf etmiş olan) Fred'in ve karısı Rose'un hikayesi basın tarafından yakından takip edilmiştir. Diğer taraftan Uygun Yetişkinlik kavramı bizler için çok yabancı. Hatta bence tuhaf.

Reytingleri yüksek ama ben tavsiye etmiyorum çünkü çok durağan. Yine de siz bilirsiniz.

Hayata İyi Seyirler...

"Lincoln" Amerikalı Olmayanlar İçin...

Dünyaca ünlü siyasi liderlerin filmleri her zaman çok tutmuştur. Gandhi gibi, Malcolm X gibi. Bu tür filmler pek çok ödüle aday olur, bir çoğunu da kazanırlar. Bu tür filmlerden sonuncusu da elbette ki Steven Spielberg'ün yeni filmi “Lincoln”.

2012 yapımı olup geçtiğimiz hafta sonu bir çok Oscar heykelciğini kucaklayan “Lincoln”e bir bakalım. Yıl 1865'tir. Amerika Birleşik Devletleri 4 yıldır iç savaşla pençeleşmektedir. Kuzey ve Güney (Demokrasi vs. Feodalite , ya da başka bir deyişle Özgürlük vs. Kölelik) Eyaletleri arasında yaşanan iç savaşlar yüzünden 600.000 insan hayatını kaybetmiştir. Tüm bu süre içerisinde iki dönemdir Amerikan Başkanı olan Lincoln ise iç savaşı bitirmeye kararlıdır. Fakat Lincoln'ün bunu başarabilmesi, ancak ve ancak köleliğin kaldırılmasıyla mümkün olacaktır. Devletin siyasi ve ekonomik dengelerini derinden sarsacak olan bu karar için, mecliste bir oylama yapılacaktır. Meclisteki çoğunluk, Lincoln'ün tarafındadır. Ancak Lincoln'ün hala 20 oya ihtiyacı vardır. İşte film, Lincoln'un bu 20 oyu bulmak için verdiği mücadeleyi anlatıyor.

Şahsen ben Lincoln ile ilgili fazla bir bilgiye sahip değildim. Sadece dini inancının Yahudilik olduğunu, köleliği kaldıran başkan olduğunu ve bu sebeple Güneyli bir radikal grup tarafından öldürüldüğünü biliyordum. Ancak bu filmden anladığım kadarıyla beyefendi aynı zamanda iş kolik bir başkan, kurnaz bir avukat, sadık bir eş, oğlunu kaybetmiş bir baba, soğukkanlı bir siyasetçi ve güler yüzlü bir arkadaşmış. Üstün zekasıyla ilgili yorum yapmama gerek yok herhalde. Hatta “Ya bu adam bir yerden tanıdık geliyor ama...??? ” diye soranlara nereden tanıdıklarını ben söyleyeyim: Filmdeki Lincoln, aynı bizim Kurtlar Vadisi'ndeki İskender:)

Gelelim filmle ilgili fikirlerime. Film baştan sonra diyaloglarla dolu bir film. Filmi anlayabilmeniz için Amerikan tarihiyle ilgili yoğun bir bilgi dağarcığına sahip olmanız gerekiyor. Tabi bir de siyasetten ve siyasi terimlerden haberdar olmanız. Zira sanki kozmik odaya sızmış bir kamera gibi siyasi jargona maruz kalıyorsunuz.

Sadede gelecek olursak film güzel bir film. Ama Lincoln Ya da Amerikan Tarihi meraklısı değilseniz, izlemenizi tavsiye edemeyeceğim. Yine de siz bilirsiniz.

Hayata İyi Seyirler...