29 Aralık 2013 Pazar

"Uçaklar" Animasyon Filmi...

Hafta sonu çocukları oyalamak kolay olmuyor. Hele benimkiler gibi tv izlemeyi sevmeyen çocukları. Ben de mecburen piyasanın güzel animasyonlarını bulabilmek için aranıp kalıyorum. İşte bulduklarımdan biri. Ama güzelliğine çirkinliğine sonra değineceğim.

2013 yapımı "Uçaklar" (Planes) filmine hoşgeldiniz. Filmde Dusty, bir çiftçi köyünde yaşayan küçük çaplı bir tarım uçağıdır. Genç Dusty'nin hayatı alçaktan ve yavaş uçmakla geçmiştir. Ama Dusty'nin en büyük hayali hızlı bir yarışçı olmaktır ve Dusty bu uğurda her yolu denemektedir. Sağlığını bozmak pahasına bile olsa. Bir gün Dusty didine didine Dünyayı Saran Kanatlar Yarışmasının elemelerine katılır ve bir şekilde ilk beşe girmeye hak kazanır. Dusty artık büyük yarışa davetlidir. Bu yarışa hazırlanabilmesi için Dusty'nin biraz zamanı ve ona yardım edebilecek bir kaç iyi arkadaşı vardır. Peki acaba bunlar ne derece yeterli gelecektir. 

Filmde Dusty'yi Mustafa Sandal seslendiriyor. Filmin görüntü özelliklerine diyecek bir şeyim yok. O iş artık kolay hallediliyor. Amaaaaa...

Bu tür filmleri film yapan asıl mesele artık senaryo. Ve maalesef bu filmin senaryosu çok basit ve sıradan. "Arabalar" gibi muhteşem ve dahice bir animasyondan sonra bu filmi hiç yakıştıramadım bu firmaya. Nitekim bu durum filmin gişesine de, reytinglerine de, patentli ürün satışına da olumsuz olarak yansıdı.

Ha filmi tavsiye ediyor muyum? 5-10 yaşlarındaki bir çocuğu kandırır. Ama sizi kandıramaz.

Hayata İyi Seyirler...


27 Aralık 2013 Cuma

"Aşkım Benim" Karışık ve Trajedik Bir Hikaye...

Ne zamandır yazmak istediğim, ama bir türlü yazamadığım bir film vardı. Yanlış anlamayın: yazamama sebebim fırsat bulamamak değil; filmi anlayamadığımdandı. Bugün filmi yine izledim ve işte bu sefer oldu. Hemen başlıyorum.

2012 yapımı "Aşkım Benim" (Bel Ami) adlı film trajedik bir dram filmi. Hikayeye göre Georges, 1. Dünya Savaşından sağ salim dönen varoşlu bir gençtir. Hırsları vardır ama hayata karşı fazlasıyla acemidir. Daha da önemlisi cebinde beş kuruş parası yoktur. Georges hırslarını kovalamak adına Paris'e gider. Orada şans eseri eski bir tanıdıkla karşılaşır. Adam gazete sahibidir ve Georges'a bir makale yazması için şans verir. Ancak edebiyattan hiç anlamayan Georges berbat bir yazı yazar ve diğer yazarların önünde küçük düşer. Georges'un bu durumu hızla kurtarması gerekmektedir. Genç adam kendine yer edinmenin kolay olmadığını anlar. Bu sebeple sınıf atlamanın kestirme bir yolunu bulur: Jet sosyetenin ve siyaset adamlarının hanımlarıyla düşüp kalkmak. Georges böylece (sözde) hem politika dünyasıyla ilgili güvenilir bilgiye, hem de büyük bir servete kavuşacaktır.

Filmde tanıdık isimler var. Robert Pattinson gibi, Uma Thurman gibi.

Film bir roman uyarlaması. Guy de Maupassant'ın bir romanından uyarlama. Ama ne yazık ki kötü bir uyarlama. Filmin konusu çok güzel. Senaryosu da öyle. Ama filmi anlamak ve takip etmek çok zor. İki üç kere izleyince ancak anlaşılıyor Ya da benim IQ'um o kadarına yetiyor. İsterseniz izleyip, kendiniz karar verin.

Hayata İyi Seyirler...

26 Aralık 2013 Perşembe

"X-Men" Serisine Kuş Bakışı...

X-Men'lerle üniversite yıllarımda tanıştım. 2000'lerin başlarında yani. O güne kadar çizgi romanları falan hiç ilgimi çekmemişti nedense. Tanışınca da bir tanıştım, pir tanıştım tabi. Tahmin edeceğiniz gibi zaman içerisinde X-Men filmlerinin ardı arkası kesilmedi ve benim doğal olarak benim X-Men'lere olan ilgimde hiç bir eksilme olmadı tabii. Gelin sizle bugün o muhteşem mutantların gel gitli yaşamlarına ve var olma çabalarına şahitlik edelim.

X-Men (2000)

Serinin ilk filmi "X-Men" 2000'de çekildi. Hikayeye göre mutant Profesör Xavier, mutant çocukların güvenliği ve eğitimi için açtığı okulda ekibiyle birlikte eğitim veriyordu. Okula yeni gelen kız öğrenci Rogue ise bir sebeple okuldan kaçmıştı. Onu bulma işi ise Wolverine'e düşmüştü. Ancak ne yazık ki Rogue'u Wolverine'den önce kötü kalpli Magneto bulmuş ve Rogue'u hain planlarına ortak etmişti. Tabi bu olaylar olurken Wolverine'in gizemli hikayesinin bir kısmına tanıklık da etmiştik, o ayrı konu.



 X-Men United (2003) 
Serinin ikinci filminde ise mutantlar siyasetin ve askeriyenin hedefindelerdi. Zira siyasiler eski bir albay olan William Stryker'ı işe koşmuşlardı. Stryker'ın görevi, dünya üzerindeki tüm mutantları tek tek tespit edip yok etmekti. İşte bu sebeple Profesör Xavier ve Magneto, güçlerini birleştirmek zorunda kalmışlardı. Yine tüm bunlar olurken Wolverine'in hikayesinin bir kısmına daha tanıklık etmiştik.




X-Men: Son Direniş (X-Men: The Last Stand) (2006)

Serinin üçüncü filmiinde ise mutantlar yine ciddi bir tehditle karşı karşıya kalmışlardı. Peki mesele neydi? Mesele bu kez bilimdi. Bilim adamları mutantları "tedavi edecek" yani insana dönüştürecek bir aşı keşfetmişlerdi. Ancak bu tedavi mutantları farklı bir şekilde ikiye ayırmıştı: Tedaviyi isteyenler ve istemeyenler şeklinde. Zira insana dönüşmek kimi mutantlar için normalleşmek anlamına gelirken, kimileri için sıradanlaşmak anlamına geliyordu. Bu filmde Wolverine'le ilgili özel bir şey yoktu çünküüüüüüüüüüüü...




X-Men Origins: Wolverine (X-Men Başlangıç: Wolverine) (2009)

Çünküüüüüüüüüüüü seerinin dördüncü filminde komple Wolverine'in hikayesini anlatıyordu. Hem de taaaaa çocukluğundan itibaren. (Zaten X-Men çizgi romanlarından kendi hikayesini sürdürebilen tek karakter de Wolverine'di.)




X-Men Origins: First Class (X-Men Başlangıç: Birinci Sınıf)

Sonra serinin beşinci filmigeldi. Bu filmde ise bize bu işlerin ta en başta nasıl başladığı anlatıldı. Xavier'la Magneto'nun aslında eskiden nasıl dost oldukları, mutant okulunun nasıl kurulduğu, mutantların kendilerini ilk kez nasıl ifşa ettikleri ve hatta Xavier'ın nasıl sakat kaldığı...





Wolverine (2013)

Seyirci Wolverine'in hikayesine doyamadığından olsa gerek, en son "Wolverine" adı altında bir film daha çekildi. Fakat bu filmin diğer X-Men'lerle bir alakası yoktu. Sadece bizim delimsek kahramanın umulmadık bir düşmana karşı verdiği mücadele anlatıldı. Filmde bol bol samuray ve Wolverine savaşı izledik.



Şu ana kadar olanları (benim gibi X-Men hayranıysanız) üç beş kere izlemişsinizdir zaten. Kimini az beğenmişsinizdir, kimini çok beğenmişsinizdir. Ama hepsini beğenmişsinizdir. (Ben öyleyim çünkü:))) )





X-Men: Days Of Future Past (2014)

2014 yılında ise serinin yeni halkası  gösterime girecek. Bildiğimiz kadarıyla bu hikayede Wolverine, bir işi halletmek için geçmişe gönderilecek. Tabi günümüzden geçmişe değil. Gelecekten geçmişe. Karışık bir şey yani. Bakalım izleyince görürüz.

Açıkçası bu film için (neden bilmem) önceki filmler kadar iyi olmayacakmış gibi bir his var içimde. Ama yine de dört gözle bekleyeceğimi söyleyebilirim. Bakalım hayırlısı.

Şimdiye kadar X-Men serisiyle tanışmadıysanız mutlaka tanışın. Şiddetle tavsiye ediyorum. Ama bilim kurgu sevmiyorsanız hiç bulaşmayın; zira o durumda aynı dilden konuşmamızın imkanı yok.

Hayata İyi Seyirler...

25 Aralık 2013 Çarşamba

"Çılgın Hırsız 2" Serinin İkinci Filmi Nasıldı???

Son zamanların en popüler animasyonlarından birini izledim bugün. Sinema salonlarında boy boy reklamlarını gördüğüm ama gitmeyi başaramadığım bir filmdi. Nihayet internete düşmüş. Hadi size filmden bahsedeyim.

2013 yapımı "Çılgın Hırsız 2" (Despicable Me 2) tahmin edeceğiniz gibi bir devam filmi. Hikayeye göre Guru ve kızlar iyice yakınlaşmışlardır. Hatta kelimenin tam anlamıyla "aile" olmuşlardır. Guru ve minyonları artık pis işleri bırakıp, jelibon şekerleme işine girmişlerdir. Bir gün Guru evinin önünde bir şeylerle uğraşırken bir kadın tarafından kaçırılır. Kısa süre sonra bu kaçırılmanın iç yüzü anlaşılır. Zira onu kaçıran kadın bir ajandır. Guru'nun kaçırılma sebebi ise -eski bir hırsız olarak- büyük bir laboratuvar hırsızlığını bir an önce çözmesi istendiğindendir. Guru, bu işleri artık bıraktığını söylese de şartlar onu işin tam göbeğine doğru sürükler. Ve işte o komik operasyon böyle başlar.

Bu filmin reytingi de ilki kadar yüksek. Filmin fenomeni "minyonlar" hala çok eğlenceli. Diğer taraftan filmin ilki kadar yaratıcı olmadığını söylemek lazım. Açıkçası sinemada izleyemediğim iyi olmuş, diye düşünmeden edemedim. Ha eğlenmedim mi? Çok eğlendim. Ama ilkini daha çok beğenmiştim. 

Yine de bunu da izleyin tabi. Pişman olmazsınız.

Hayata İyi Seyirler...

23 Aralık 2013 Pazartesi

"Oscar" Sylvester Stallone'un En İyi Komedi Filmi...

Sinema sevdasının bana babamdan geçtiğini daha önce söylemiştim. Eşimle evlendikten sonra iyice pekiştiğini de. Biz üç sinema sevdalısı bir araya gelince en çok severek yaptığımız aktivitenin film izlemek olduğunu tahmin etmeniz zor olmaz diye düşünüyorum.

Babam, eşim ve ben yine bir iş için geçtiğimiz hafta sonu bir araya geldik. (Üzerinize afiyet büyük oğlumuz ameliyat oldu da, o sebeple toplandık. Şimdi iyiyiz çok şükür.) İşler kazasız bitince de açtık bir komedi filmi, oturduk karşısına. Peki hangi film mi?

1991 yapımı "Kızıma Dokunma" (Oscar)!!! Hikayeye göre Snaps, azılı bir gangsterdir. Ancak Snaps'in babasının ölüm döşeğindeyken açıkladığı son arzusu, Snaps'in hayatını alt üst eder. Zira babası Snaps'in bu kötü işleri bırakmasını ve dürüst bir iş adamı olmasını ister ve ona söz verdirir. Böylece Snaps, silahlarını bir kenara bırakmak zorunda kalır; iş ilişkilerini daha yumuşak yöntemlerle çözmek zorunda kalır; ve daha da önemlisi ailesiyle ilgili pek çok şeyi keşfetmeye ve fark etmeye başlar. Neticede o artık Snaps değil, Bay Provolone'dur. Tam bu süreçte Bay Provolone'un 18 yaşındaki kızı Lisa da eski şoförden (Oscar'dan) hamile olduğunu söyleyince işler sarpa sarar. Çünkü bu işin Snaps'in yöntemleriyle değil, Bay Provolone'un yöntemleriyle halledilmesi gerekmektedir.  

Filmde Snaps'i usta oyuncu Sylvester Stallone oynuyor. Karısını ise o dönemin Angelina Jolie'si Ornella Mutti canlandırıyor. Filmdeki diğer oyunculuların ve oyunculukların da en az bu iki isim kadar usta olduğunu ifade etmek de yanlış olmaz. 

Film aslında tiyatro oyunundan uyarlama. Zaten filmi izlerken de farklılığı anlıyorsunuz. Film çok komik. Her esprisine gülmeyebilirsiniz belki ama bir saniyesinde bile sıkılmazsınız. Bu arada bazı esprileri anlamak için yaşınızın en az 30 olması gerekiyor. (Tarihi konulara ve o dönemin yıldızlarına atıflar var da.)

Filmi izleyin. Mutlaka izleyin ve gülün. Hoşunuza gideceğine eminim.

Hayata İyi Seyirler...

18 Aralık 2013 Çarşamba

"Hobbit: Smaug'un Çorak Toprakları" ve Ben...

Vay arkadaş! Bu Peter Jackson bir film daha çekecek olursa benim kalbim dayanmayacak, söyleyeyim. Nereden çıktı derseniz; bugün nihayet 2013 yapımı "Hobbit"in ikinci filmi "Hobbit: Smaug'un Çorak Toprakları"na (The Hobbit: The Desolation of Smaug) gittim de oradan çıktı.

Biliyorsunuz ki ben Hobbit filmlerini yazmıyorum. Yüzükler'i de yazmamıştım. Zira bu iki seri için içimden sadece saygı duruşuna geçmek geliyor. Kelime dağarcığım yetersiz kalıyor. Tutuluyorum. O yüzden sadece hislerimi yazıyorum. 

Hislerime gelince: Tolkien'e Allah'tan gani gani rahmet diliyorum.Nurlar içinde yatsın inşşşşşallllah. Peter Jackson'a da hayırlı ve sağlıklı uzun ömürler diliyorum. Allah onun beynine zeval vermesin. Başka bir şey demiyorum.  

Şu an uçmuş durumdayım. Ellemeyin, biraz öyle kalayım.

Hayata İyi Seyirler.............

"Fareler ve İnsanlar" Ders Sunusu Olursa...

Geçenlerde 12. sınıflarda ders esnasında bir espri yapayım dedim, “Sefiller”le ilgili. Yapmaz olaydım, esprim boşa gitti. Sebep? Sebep şu: Kimse okumamış ki Sefiller'i. Yazık bize yazık. Seneye bu çocukları Türkiye'nin en iyi üniversitelerinde göreceğiz ama nasıl? Hadi üniversiteye cahil cüheyla gitmesinler diye hazırladım Sefiller'i (hani şu 2012 yapımı Hugh Jackman'ın oynadığı opera uyarlaması olanı), hazırladım sunularımı ve konu anlatımlarımı. Girdim sınıfa, üç saat Sefiller'i anlattım. Tabi sadece Sefiller'i de değil; dönem özelliklerini, karakter analizlerini, Napolyon'u, Fransız Devrimini, Fransız Edebiyatını, Victor Hugo'yu.... Oohooooo... Anlattım da anlattım.

Sonra hızımı alamadım. Hadi dedim bir de Amerikan Edebiyatından bir şey anlatayım. Amerikan Edebiyatı da biraz tehlikelidir, malum. Dikkatlice bir roman seçtim. John Steinback'ten “Fareler ve İnsanlar” (Of Mice And Men). Gelin hikayeyi önce size bir anlatayım, sonra da sınıfa anlatırım.  

Amerika'daki Büyük Buhran döneminde geçen hikayeye göre Lennie ve George çok eski iki arkadaştırlar. Ama alışık olduğumuz türden bir arkadaşlık değil bu. Lennie iri yarı, güçlü kuvvetli ama ne yazık ki zihinsel engelli bir adamdır. Bunun yanında çok da duygusal ve saftır. Yumuşak şeyleri okşamaktan çok hoşlandığı için de cebinde hep fare taşır. En sevdiği şey ise George'un her gece yatmadan önce satın alacakları çiftlikle ve besleyecekleri tavşanlarla ilgili hayallerden bir parça dinlemektir. George içinse bunlar hayal değil amaçtır. George güçlü, çalışkan, dikkatli ve zeki biridir. Ancak çocukluğundan beri Lennie'yi sırtındaki kambur gibi taşımaktadır. Hatta Lennie yüzünden başına gelmeyen kalmamıştır. Ama yine de Lennie'yi başından atıp hayatını onsuz geçirmeye gönlü el vermez. En son yine Lennie ikisininde başını belaya sokunca iki arkadaş çalıştıkları çiftlikten hızla kaçarlar ve başka bir çiftliğe sığınırlar. İşte o hazin hikaye, burada başlar.

Romanın 1992 yılında çekilmiş olan aynı adlı filminde Lennie'yi usta oyuncu John Malkovich oynuyor. Karakterin ne kadar iyi canlandırıldığını siz düşünün artık. George'u ise Gary Sinise oynuyor. Ki kendisi filmin yönetmenliğini de üstlenmiş.

Film biraz ağır aksak yürüyor. Çok az yerinde kalp atışlarınızı hızlandırdığı da oluyor. Ama çoğunlukla festival filmi tadında diyebiliriz. Ama izleyin. Mutlaka izleyin. Zira romanın tıpatıp aynısı. Bilginiz olur, fikriniz olur. Seversiniz yani.


Hayata İyi Seyirler...

15 Aralık 2013 Pazar

"Bu Nasıl Aile!" İpsiz, Sapsız, Sapık, Komedi...

Bir komedi filminin reytinginin yüksek olması gerçekten çok zor. Hatta, neden bilmem, içinde sapık cinsel ögeler olmadığı sürece neredeyse imkansız gibi. İşte reytinglerini bu sayede uçurmuş bir film izledim dün. Size ondan bahsedeyim.

2013 yapımı "Bu Nasıl Aile!" (We're the Millers!) adlı film komedi türünde. Hikayeye göre David, bir torbacıdır. (Minik çaplı bir uyuşturucu satıcısı yani.) David'in çevresi geniş, insan ilişkileri de oldukça iyidir. Mesela yan komşusunun toy çocuğu Kenny'ye bir nevi abilik etmektedir. Mesela üst komşusu olan striptizci komşusu Rose'dan hoşlanmaktadır ama kız David'e hiç yüz vermemektedir, o ayrı mesele. Ve mesela mahallenin asi kızı Casey'i yan kesicilerden kurtarmaya çalışırken soyulmuştur falan. İşte bu soyulma esnasında David, hem parasını hem de tüm sermayesini kaybedince, kendisine gelen çok çok riskli bir işi kabul etmek zorunda kalır. Peki bu iş ne midir? Meksika'dan Amerika'ya bir karavan içinde 2 ton uyuşturucu sokmak. David bu işi tek başına yapamayacağını çok iyi bilmektedir. Bu sebeple Rose'u, Kenny'yi ve Casey'i bir şekilde ikna edip Miller ailesini oluşturur. Ve böylece o komik macera başlar...

Filmde David'i Jason Sudeikis oynuyor. Striptizci Rose'u ise Jennifer Aniston canlandırıyor. 

Filmle ilgili yorumlarımı aslında başta yapmıştım. Ama bir kez daha tekrar edeyim. Film komik. Gerçekten. Sadece rahatsız edici derecede sapık. Tıpkı "Harold and Kumar" gibi. Tıpkı "Ah Mary Vah Mary" gibi. Yani eğer o filmleri sevdiyseniz, bunu da seversiniz.

Hayata İyi Seyirler... 

14 Aralık 2013 Cumartesi

"Prisoners" Bir İnsan Çocuğu İçin Ne Yapmaz???

Gerilim izlemek benim pek adetim değildir. Adı üstünde "geriyor". Hem de lüzumsuz yere. Ama dün reytingi çok çok yüksek bir gerilim filmiyle karşılaştım. İzlemeyecektim ama sırf oyuncu yüzünden izlemeye karar verdim. Filmin özetine ve künyesine bir bakalım. Sonra yorumlarıma geçeyim.


2013 yapımı "Prisoners" adlı film bir noel akşamı başlar. Yada onun gibi bir kutlama akşamı. Hikayeye göre Keller ve ailesi, Birch ailesine konuk olurlar. Maksat hem yemek yemek, hem eğlenmek, hem de çocukları oynatmaktır. Yemekten sonra gençler bir film açıp otururlar. Büyüklerse sohbete dalarlar. Ancak Birch'lerin küçük kızı Joy ile Keller'ın küçük kızı Anna birden ortadan kaybolurlar. Aileler önce küçük ve hızlı tarama yaparlar yakın çevreden başlayarak ama bir sonuç alamayınca o korkunç panik hal başlar. Keller'ın oğlu kızların en son sokaktaki bir karavanla oynadıklarını söyler. Bu durum hemen polise bildirilir. Polis karavanı çabucak bulur ve içindeki tuhaf adamı sorguya alır. Ancak bir şey elde edemeyince adamı serbest bırakır. Keller ise o adamda bir hal olduğundan fazlasıyla emindir ve bir gece vakti adamı kaçırıp hapseder. Sonra da başlar adamı sorgulamaya. Ama adam konuşmayıncaaaaaaaaaa... 

Filmde Keller'ı Hugh Jackman oynuyor. Kabul edelim, bu babalık rolü beyefendiye çok yakışmış. Azimli ve yardımsever polisi ise Jake Gyllenhaal oynuyor. Karavandaki zihinsel engelli ve tuhaf adamı ise Paul Dano oynuyor. Ki genç adamların ikisi de birbirinden başarılı.

Filmi beğendim mi? Beğendim. Gerçi daha ilk 15 dakikada filmin sonucunu tahmin etmiştim ama yine de gerildim de gerildim. 

Gerilim seviyorsanız; bir babanın çocukları için ne kadar ileri gidebileceğini merak ediyorsanız mutlaka izleyin. İleri gitmek derken, öyle böyle değil. "Taken"dakinden falan çok öte. Bildiğiniz gibi değil.

Şu anda bile tırsıyorum. İzleyin yani.

Hayata İyi Seyirler...

8 Aralık 2013 Pazar

"İnanılmaz Örümcek Adam 2" Süperler Süperlere Karşı...

Bizim evde bir Örümcek Adam'ın yaşadığını daha önce defalarca söylemiştim. Geçen hafta bizim örümcek adamın doğum günüydü. Bakın, bu da bizim doğum günü hediyemiz:))) Küçük adamımız hediyesini alınca çok sevindi. Hemen odasının duvarına astı. Doğum günün kutlu olsun güzel oğlum!!!



Gelelim asıl meselemize. Örümcek Adam sevdalılarına duyurulur. Sıkı durun: İnanılmaz Örümcek Adam 2 (The Amazing Spider Man 2) geliyor. Peki bizim hem öksüz hem yetim hem de fakir süper kahramanımız bu kez kimle kapışacak dersiniz? Ben söyleyeyim. Yeşil Cin'le olduğu kesin. Bir de Electro ve The Rhino ile. İddiaya göre böcük adamın en büyük savaşı olacakmış. İnanırım, çünkü (bir çizgi roman sever olarak) bu kapışmanın çizgi romandaki "hüsranlı" hikayesini çok iyi biliyorum. Vakti zamanında çizgi roman dünyasını derinden sarsan sürpriz bir ölümle karşılaşmıştı okuyucular. Eğer bu hazin öyküyü çizgi romandan filme uyarlarsa yapımcılar; hem müthiş bir film izleyeceğiz, hem de hüngür hüngür ağlayacağız demektir. Bekleyip göreceğiz bakalım.


Filmimiz 2 Mayıs 2014'te gösterime giriyor Allah'ın izniyle. Eh bize de 3D gözlüklerini takıp izlemek düşer.

Hayata İyi Seyirler...


P.S. Filmin diğer süperlerini Paul Giamatti, Jamie Foxx (ki kendisini çok severim) ve Chris Cooper oynuyorlar. Bunu da ekleyeyim dedim.

4 Aralık 2013 Çarşamba

"The Matrix" 3D Çekilsin Diyenler !!!...

Ben İngilizce Öğretmeniyim. Bizim dersler sosyal etkinliklere çok müsaittir. Kitaplarımız bile "Hayat Bilgisi" dersinin İngilizcesi gibidir. Doğal olarak resimdi, müzikti, alışverişti derken her şeyden bahsedilir bizim derslerde. E ben de sosyal bir insan olarak hemen konuyu görselleştirip derinleştiririm.

işte o bahsettiğim sahne
Geçen sene yine bir gün dersteyiz. 9. Sınıflarda, yani Lise 1'lerde. Konumuz sinema. Kitapta da The Matrix'in ikinici
filmi "Reloaded"dan bir sahnenin resmi var. Hani şu Neo'nun upuzun paltosu ve güneş gözlükleriyle, yüzlerce Ajan Smith'i evire çevire dövdüğü ve sonra da uçarak oradan uzaklaştığı sahne. Ben de derse başlangıç aktivitesi olarak yükledim filmi flaş belleğime; açtım akıllı tahtayı, açtım o sahneyi, "Hadi bakalım izleyin." dedim. Ben zannediyorum ki herkes -benim gibi- zaten filmi ezbere biliyor aslında da biz şöyle bir tekrar atıyoruz. Bütün sınıf demesin mi "Aaaa hocam! Bu hangi film???"

Nasıl yani? 31 kişilik sınıfta (ki Çanakkale'nin en iyi Anadolu Lisesindeki bir sınıfta) bir kişi bile; tek bir kişi bile filmi izlememiş mi yani!!!

Sonra aklıma geldi: "Siz" dedim, "Kaç doğumlusunuz???" "98 doğumluyuz" demesinler mi? NEEEE!!! Ben '99'da ÖSS'ye girdim. Sınavdan çıkınca da filme gitmiştim. Sonra da üç gün boyunca evin içinde Matrix, Matrix diye dolaşmıştım. (Tabi bunda sınavın da etkisini göz ardı edemeyiz. Aynı gün içinde hem Matrix hem ÖSS ağır gelmişti, bünyem kaldırmamıştı.)

Velhasıl kelam, yaşlandığımı o gün anladım ben.

Ve bir de şunu anladım. Yeni nesil, The Matrix'i tanımıyor. Hatta o kadar tanımıyor ki "Hocam eski filmlerin çekimleri tat vermiyor" diyecek kadar tanımıyor.

Buradan çıkarılacak ders: Ey Yapımcılar!!! Ey Yetkililer!!! Lütfen The Matrix bir daha gösterime girsin. Hem de bu sefer 3D olarak gösterilsin. Hem biz o EŞSİZ filmleri yeniden izleyebilelim hem de yeni nesille aramızdaki kuşak farkını kapatalım.

Lütfen, lütfen, lütfen...

Sanırım bu kısmı bir de İngilizce yazmam gerekecek:

Oh Dear Sir/Madam or (To whom it may concern)! Please re-stage "The Matrix: Trilogy" (of course in 3D version this time) just for us both to watch the UNIQUE movies again and to enclose the generation gap between our kids and us. PLEASE!!!

İnşallah sesimi bir duyan olur :)))

Amin diyenler peşimden gelsin...

Hayata İyi Seyirler...

30 Kasım 2013 Cumartesi

"Sinemanın Hikayesi" Paranın Faizi Tadında Bir Belgesel Serisi...

Eski öğrencilerimden biri (şimdi dost olduk artık tabi) bir belgesel önerdi geçenlerde. Kendisiyle beğenilerimiz uyuştuğundan dolayı izleyip izlememekte tereddüt etmedim. Gelin size bu belgesel serisinden ve içeriğinden bahsedeyim.

2011 yapımı "Sinemanın Hikayesi" (The Story of Film: An Oddysey). Tahmin edeceğiniz gibi seride sinemanın ilk gününden günümüze kadar geçirdiği evreler anlatılıyor. Aklımıza hiç gelmeyecek sembollerin filmlerde nasıl ve nerelere yerleştirildiğine dikkat çekiliyor. Ayrıca kamera hilelerine, ışık oyunlarına, çekim açılarına, hızlı çekim ve yavaş çekime, yakın çekim ve uzak çekime, soundtracklere, filmlere sıkıştırılan reklamlara........  Ve bunların her birinin ilk hangi filmlerde ortaya çıktığına değiniliyor. Bunun yanında bazı yapımcı yönetmenlerle de röportaj yapılıyor.

Serinin reytingleri çok yüksek. Zaten tüm dünya sinemaları -hatta ekseriyetle sanat filmleri - incelenerek ve oldukça titiz bir çalışmayla ortaya konmuş bir belgesel.

Yalnız belgeselin bir kusuru var. Belgeseli seslendiren adamın çok ilginç bir tonlaması var ve konunun anlaşılmasını çok zorlaştırıyor. O yüzden belgeseli mutlaka Türkçe dublaj seyredin.

Ama mutlaka seyredin. Filmlerde bize artık çok sıradan gelen pek çok olay ve olgunun ortaya çıkış hikayeleriyle ve bunların mucitleriyle tanışın. 

Hayata İyi Seyirler...

28 Kasım 2013 Perşembe

"Running Scared" Silahlı Bir Çocuk Nereye Gitmiş Olabilir???

Dün reytinginin yüksekliğine ve isminin gizemine kanıp bir film izledim. 2.5 saatimiz boşa gitti diyebilirim. Önce filmden bahsedeyim, sonra yorumlarıma geçeyim.

2006 yapımı "Running Scared" adlı film, bir suç ve aksiyon filmi. Hikayeye göre Gazelle, uyuşturucu işi yapan bir çetenin mensubudur. Bir gün Gazelle ve çetesi bir başka çeteyle olağan uyuşturucu ticareti yapmaktayken işler ters gider ve silahlar patlar. Çıkan çatışmada diğer çetenin tüm elemanları ölür. Gazelle ve arkadaşları ise hayatta kalmayı başarmışlardır. Ancak ölülerin üstlerini ararlarken çok sürpriz bir şeyle karşılaşırlar zira ölen çeteciler polis memuru çıkarlar. Bunun üzerine Gazelle ve ekibi hemen oradan kaçarlar. Gazelle çatışmada kullanılan tüm silah ve suç aletlerini evinin garajına saklar. Karısına ve ergenlik çağındaki oğluna ise bir şey çaktırmaz. Peki ertesi akşam ne mi oldur? Ertesi akşam yan komşusunun ergenlik çağındaki oğlu Oleg, silahı oradan yürütür ve o silahla üvey babasını vurup sonra da firar eder. İşte Gazelle ve Oleg'in kovalamacası böyle başlar.

Filmde Gazelle'yi Paul Walker oynuyor. Beyefendiyi "Fast and Furious" serisinden tanıyoruz. Küçük Oleg'i ise pek çok filmden tanıdığımız çocuk yıldız Cameron Bright oynuyor.

Oyunculara bir şey demiyorum. Onlar zaten görevlerini layıkıyla yapmışlar. Ama O zavallı Oleg'in başına gelmeyen kalmadı. Sadece bir gece süren bir macerada bu kadar saçma sapan şey nasıl bir araya geliyor onu anlamadım. Gece yarısı sokağa çıkan "Fatmagül"ün başına bile bu kadar çok kötülük gelmemiştir bir gecede yani.

Bilemiyorum, film bana biraz zorlama gibi geldi. Sıktı ve bunalttı biraz. Ama illa ki suç, illa ki aksiyon diyorsanız; muhakkak izleyin derim.

Hayata İyi Seyirler...

25 Kasım 2013 Pazartesi

"Cennet Sineması"... 'Vizontele' - 'Yurttaş Kane' Karması Bir Sanat Filmi...

Eşim bir filmden bahsediyordu uzun zamandır. Sanat filmiymiş. Reytingleri 8.4 gibi rekor oranlara yakın. Vallahi "sanat filmi manat filmi" demedik, izledik. Hadi size filmden bahsedeyim.

1988 yapımı "Cennet Sineması" (Nuovo Cinema Paradiso) adlı film, İtalya'nın küçük bir beldesinde yaşayan bir annenin 30 yıldır görmediği oğlu Toto'ya telefon etmesiyle başlar. Aslında yaşlı anne, telefonu etmekte tereddüttedir ancak bir yandan da kendini buna zorunlu hissetmedir zira "Alfredo" ölmüştür. Yaşlı anne oğlunu arar ancak telefona bir kadın çıkar. Yaşlı kadın mecburen ölüm haberini o kadına verir ve haberi oğluna iletmesini ister. Akşam olunca Toto, "Alfredo"nun öldüğü haberini alır ve olduğu yere yığılır. Peki kimdir bu "Alfredo"???? İşte o, fimde uzun uzun anlatılıyor:)))


Filmin künyesinden bahsetmeme gerek yok size. Ne de olsa film İtalya-Fransa ortak yapımı ve bizim gibi popüler film izleyicileri Avrupa sineması emekçilerini pek tanımıyoruz.

Ama filmle ilgili yorumlarımıza gelirsek, film trajikomik bir film. Akışı oldukça yavaş. Ama tabi vermek istediği mesajı verebilmesi için bu kadar yavaş olması şart.

Ben iyisi mi size filmi şu şekilde sentezleyeyim. Film, "Vizontele"yle "Yurttaş Kane" filmlerinin ortalaması şeklinde. Vizontele'nin mizah anlayışıyla Yurttaş Kane'in mesaj iletme yöntemlerinin bir harmanlaması gibi. Diyeceğim o ki, eğer o iki filmi sevdiyseniz, bunu da kesin seversiniz. Dediydi dersiniz:)))

Hayata İyi Seyirler...

23 Kasım 2013 Cumartesi

"Özel Kuvvetler" İsminin Sıradanlığına Bakmayın; Sıradışı Bir Film...

Dün çok sevdiğimiz bir arkadaşımız akşam saatlerinde telefon etti. Önceki gün bir film izlemiş ve şiddetle tavsiye etti. Biz de alelacele filmin imdb puanına baktık. Açıkçası reytingi bizi biraz şaşırttı,6.2. Orta karar bir film demektir bu. Hadi bir de yorumlara bakalım dedik. İşte oradan anladık ki beğenen çok beğenmiş; beğenmeyen hiç beğenmemiş. Doğal olarak da reytingler ortalama bir rakam vermiş. Biz de eşimle filmi kendimiz izleyip, kendi fikrimizi edinmeye karar verdik. Gelin önce filmin özetine bir bakalım, sonra da filmi yorumlayalım.

2009 yapımı "Özel Kuvvetler" (The Men Who Stare At Goats) adlı film gerçek olaylara dayanıyor. Hikayeye göre Bob (Ewan McGregor) başarısız bir muhabirdir. İşindeki başarısızlığına bir de özel hayatındaki başarısızlığı eklenince Bob çareyi Kuveyt'e savaş muhabiri olarak gitmekte bulur. Bob, Kuveyt'e gider gitmez ilk kimle tanışır dersiniz? Lyn Cassady denen psişik herifle (George Clooney). Bob daha önceleri bir psişiklerle ilgili haber yaptığından dolayı psişik olmanın ne olduğunu da, Lyn'in kim olduğunu da çok iyi bilmektedir. Bob, Kuveyt'te haberin ana kaynağını bulunca savaş muhabirliğinden vazgeçip bu haberi genişletmeye karar verir. Lyn'in amacı ise farklıdır. Lyn gizli bir yeri bulmak zorundadır ve gideceği yere ise o çok özel hissii güçleri sayesinde ulaşmayı amaçlamaktadır. İşte bu yolculukta Lyn'in en büyük destekçisi Bob olacaktır.

Filmde bu iki isimden başka daha pek çok ünlüye rastlıyoruz. Kevin Spacey gibi. Jeff Bridges gibi. Robert Patrick gibi. Aslen gerçek hikayeden romana uyarlanmış hikayenin yazarı ise John Ronson.

Gelelim filmle ilgili yorumlarıma. Film çok ama çok absürt. Öyle böyle değil. Şahsen ben bir kaç sürpriz esprisi hariç hiç beğenmedim. Size katacağı hiç bir şey yok. Ama başta da söylediğim gibi. seven çok sever, sevmeyen hiç sevmez. İyisi mi izleyin, kendiniz karar verin.

Hayata İyi Seyirler...

P.S. "Özel Kuvvetler" adında onlarca film var, hangisini izleyeceğinize dikkat edin...

21 Kasım 2013 Perşembe

"Elysium" Gelecek Zamana Karamsar Bir Bakış...

Gelecek kaygısı bir bilim kurgu filmi daha çektirmiş Hollywood yapımcılarına. Çoğu bilim kurguda olduğu gibi yine negatif fütürist bir tavırla. Ama bu kez meselenin sağlık boyutuna değinilerek. Gelin önce filmimize kısaca bir göz atalım.

2013 yapımı "Elysium" (Yeni Cennet) adlı filme göre 21. yüzyılın sonlarına doğru dünya kirlenmiş ve salgın hastalıklar artmıştır. Her yeri çöp götürmektedir ve insanlar yoksullukla boğuşmaktadır. Güvenlik ise robotik makinelerin insafına bırakılmış vaziyettedir. Peki multi-milyarderler bu işin neresinde dersiniz? Hiçbir yerinde. Onlar kendileri için uzayda, Elysium denen ultra teknolojik ve ultra rafine bir dünya kurup oraya yerleşmişlerdir. Yeryüzünde ne olup bittiği ise umurlarında bile değildir. Elysium, zenginlerin diyarıdır. Sıradan bir dünyalının Elysium'a giriş yapmasınınsa pek imkanı yoktur zaten. Zira kaçak yolcular yada mülteciler için çok ağır cezalar vardır. Gelelim bizim esas oğlana. Sıradan bir dünyalı olan  Max'in, Elysium'a gitmekten başka çaresi yoktur. Zira Max, fabrikada çalışırken ağır bir kaza geçirir ve en üst seviyeden radyasyona maruz kalır. Şimdi Max'in güvenliği aşıp, Elysium'a girip tedavi olabilmesi için sadece beş günü vardır.

Filmde Max'i Matt Damon canlandırıyor. Elysium'un kötü kalpli savunma bakanına ise Judie Foster hayat veriyor. Filmin senaristi ve yönetmeni ise Neill Blomkamp.

Filmle ilgili fikirlerim ne mi dersiniz? Eğer bu bir roman olsaydı eminim çok daha güçlü olurdu. Eminim çok satanlar listesine girerdi. Ama bu şekilde iken sanki kötü bir roman uyarlaması gibi olmuş. Mesela kirlenmiş dünya hayatı da Elysium'un kendisi de çok iyi verilememiş. Özellikle Elysium, çok çok zayıf kalmış. Matt Damon'da ise hala Jason Bourne karizması arıyorum ama maalesef beyefendi son iki filminde de beni hayal kırıklığına uğratıyor.

Velhasıl kelam, bilim kurgu ve aksiyon seviyorsanız, mutlaka izleyin. Sadece beklentilerinizi biraz düşük tutun, o kadar.

Hayata İyi Seyirler...

18 Kasım 2013 Pazartesi

"Muhteşem ve Kudretli Oz"...

Hafta sonu masalsı bir film izledim. Ya da filme çekilmiş bir masal diyelim. evet böyle daha iyi oldu. Hani şu James Franco'nun oynadığı. Hadi size de anlatayım.

2013 yapımı "Muhteşem ve Kudretli Oz" (Oz The Great And Powerful) aslında eski bir masal. Hikayeye göre Oz, bir sihirbazdır. Şehir şehir gezip sirklerde çalışmaktadır. Ancak Oz hayatından hiç memnun değildir çünkü o yaşına kadar elle tutulur hiç bir başarısı yoktur. Bu mutsuzluğu onun çevresine de yansımakta ve herkesi rahatsız etmektedir. Oz, yine en son birini çok fena kızdırır ve ondan kaçarken can havliyle kendini kalkmak üzere olan bir uçan balonun içine atar. Oz, öfkeli adamdan kurtulmayı başarmıştır ama hemen sonra korkunç bir sürprizle karşılaşır çünkü balon bir fırtınaya doğru uçmaktadır. Oz fırtınayı fark edince ne yapacağını şaşırır hemen dua etmeye başlar ve tanrıdan bir şans daha ister. Ve bir anda Oz'un duası kabul olur veeeee...............

Filmin künyesi bir yana...

Ama film ne küçükler için, ne büyükler için. Ne film, ne animasyon. Ne komik, ne dramatik, vallahi böyle arada kalmış durumdayım. Tavsiye etsem mi etmesem mi, onu bile bilemedim. En iyisi siz bilirsiniz diyelim, geçelim.

Hayata İyi Seyirler...

"Oylar Sayılsın" 2000 Yılı Amerikan Başkanlığı Seçimlerindeki Şaibe...


Hatırlıyor musunuz? Amerika'daki 2000 yılı başkanlık seçimlerinde önce haberlerde Al Gore'un kazandığını duyduk. Sonra "Hayır, hayır Bush" dediler. Sonra nasıl olduysa gene Al Gore'u duyduk. Sonra "Yok yok Bush" dediler. En nihayetinde Bush'ta karar kıldılar. İşte bu konuyu ele alan bir filmden bahsetmek istiyorum size.

2008 yapımı "Oylar Sayılsın" (Recount) adlı TV filmi. Olay seçmenlerin delikli pusulaları delememesi ve 10.000lerce oyun geçersiz kabul edilmesiyle başlayıp, kapalı kapılar ardında oynanan oyunlar ve entrikalarla devam ediyor. Kapalı kapılar ardında derken elbette ki sadece minicik bir kısmını görüyoruz biz, o ayrı mesele. Ama o kadar işte. Filmin sonucunu zaten biliyorsunuz, Bush seçildi Amerikan Başkanı olarak. Ama zaten bizim derdimiz sonuç değil, süreç.

Bir TV filmi olmasına rağmen reytingleri oldukça yüksek ve konuyu anlatan bir film. Üstelik pek çok da ünlü bir oyuncu var filmde. Ben sadece Al Gore'un kurmaylarından Ran Klain'i oynayan Kevin Spacey'in adını vereyim yeterli.

Eğer meselenin aslını (yani bize gösterilen kısmını) merak ediyorsanız, izleyin derim.

Hayata İyi Seyirler... 

16 Kasım 2013 Cumartesi

"Sevimli Canavarlar Üniversitesi" Mike ve Sullivan'ın Hikayesi Nasıl Başladı???

Büyük oğluma 3 gündür serum takılı. Biraz rahatsız da. Geniz eti, nezle, grip falan. Ben de mecburen elindeki o iğnelerle gezinip durmasın diye bildiğim tüm animasyonları açıyorum, oturtuyorum çocuğu başına. E tabi bazılarını ben de izliyorum. Mesela yeni olanları. Gelin bunlardan bir tanesine beraber bakalım.

2013 yapımı "Sevimli Canavarlar Üniversitesi" (Monsters University)'de ilk filmden öncesine gidilmektedir. Hikayeye göre Mike Wazowski daha ilkokuldayken gittiği bir okul gezisinde karar vermiştir öcü olmaya. Ve bunun için çok çalışmıştır. Sonunda emekleri boşa çıkmamış ve Canavarlar Üniversitesini kazanmıştır. Peki burada Mike'ın oda arkadaşı kim olacak dersiniz? Randy. Ya sınıfın en yetenekli ve ukala öğrencisi kim dersiniz? Sullivan. Pekiii ya sınıfın sevimsiz ineği kim dersiniz? Bizim Mike Wazowski. İşte bu üçlünün şirin hikayesi bu okulda böyle başlamıştır.

Hikayeyi seslendiren kişiler ilk filmdekiyle aynı. Senaryo da güzel. Ama ilk filmle kıyaslayacak olursak ben ilk filmi tercih ederdim. Bunu o kadar sevmedim. Yani sevdim de, o kadar sevmedim.

Ama tabi izletin çocuğunuza. Çünkü çalışkanlık, popülerlik, dostluk, vb. gençlik kavramları hakkında çok güzel mesajları var.  Bu mesajlardan hep birlikte yararlanabilirsiniz.

Hayata İyi Seyirler...
 

15 Kasım 2013 Cuma

"Acil Teslimat" Bir Bisikletli Kurye Hikayesi...

Bisikletçileri çok cezbedecek bir film izledim bugün. Başta önyargılarla başlamıştım ama o kadar sürükleyiciydi ki kanalı çeviremedim. O derece sürükleyici olma sebebine birazdan değineceğim ama önce özetler... :)


2012 yapımı "Acil Teslimat" (Premium Rush) adlı filmde Wiliee bisikletli bir kuryedir. Aynı zamanda işinin en iyisidir. Bir gün Wiliee çekik gözlü genç ve güzel bir müşteriden bir kargo (basit bir zarf) alır ve kargoyu adrese teslim etmek ütmek üzere yola koyulur. Ancak tam o sırada ne üdüğü belirsiz bir adam Wiliee'yi durdurur ve o zarfı kendisine vermesini ister. Wiliee elbette ki adama zarfı vermez. Bunun üzerine ne üdüğü belirsiz adam Wiliee'yi tehdit etmeye başlar. Wiliee de adamı atlatıp başlar pedalları çevirmeye. Wiliee tam adamı atlattığını düşünürken bir de bakar ki tam arkasında onu ölümüne kovalayan bir araba belirir. İşte film böyle başlar.  
Filmde Wiliee'yi Joseph Gordon-Levitt oynuyor. Diğer oyuncuların pek bir önemi yok zaten. Ama filmi asıl izlemeye değer kılan şey, filmin hem senaristi ve hem de yönetmeni olan David Koepp. Beyefendi filme öyle bir aksiyon ve öyle bir sürükleyicilik katmış ki şaşırırsınız. Açıkçası beyefendi eski projelerinden (Görevimiz Tehlike I, Örümcek Adam I, Melekler ve Şeytanlar, Jurassic Park 3D, vb.) çok şey öğrenmiş.   


Filmde aksiyon, suç, eğlence, bisiklet ve Joseph Gordon-Levitt tatlı tatlı harmanlanmış. Yani dinlenmek ve eğlenmek istediğiniz bir zaman arkadaşlarınızı da çağırıp patlaşık mısır eşliğinde izleyebileceğiniz bir film:)

İzleyin, eğlenin.

Hayata İyi Seyirler...

4 Kasım 2013 Pazartesi

Dün "Thor: Karanlık Dünya"ya Gittim...

Yok arkadaş ben bu Thor'lara alışamayacağım. Birinci filmi beğenmemiştim o yüzden ikinci filme gidip gitmemekte kararsızdım. Sonra imdb.com'a girdim bir baktım birinci filmin reytingi 7.0, ikincinin reytingi 7.9. "Hadi" dedim, "7.9 değilse de 7.3'tür. O da beni idare eder.Gideyim şu filme." Dün gittim filmi izledim, sonra gerçek reytinglerin şöyle olması gerektiğine karar verdim: birinci film 6.0, ikinci film 7.0. Bence böyle daha adil.

Hadi size şu ikinci filmden biraz bahsedeyim, sonra gerekçelerime geri döneyim. 2013 yapımı "Thor: Karanlık Dünya" (Thor: The Dark World)'de dokuz diyar tehdit altındadır. Peki neyin tehdidi dersiniz? Geçmiş zamanlarda yaşadığı mağlubiyetlerin intikamını almaya ve dokuz diyara hükmetmeye çalışan Lanetli Malekith'in tehdidi. Üstelik Malekith, Eathir adlı çok güçlü mistik bir silahın peşindedir zira bu mistik silah Malekith'i yenilmez kılacaktır. ancak büyük bir tesadüf eseri silahı önce Jane Foster bulur. İşte bu buluş, Thor'u ve Jane'i yeniden bir araya getirecektir.

Filmdeki isimler yine aynı. Thor rolünde Chris Hemsworth, babası Odin rolünde Anthony Hopkins, Loki rolünde Tom Hiddleston (ki kendisi favorimdir) ve bir de Jane rolünde Natalie Portman. Oyunculara söyleyecek bir şeyim yok. Görsel efektlere ve kostümlere de aynı şekilde. Ama şu Thor'un Midgard'a yani Dünya'mıza gelme fikrine hala alışamadım. Daha önce de söylemiştim. "Keloğlan Aramızda" gibi duruyor. Hatta bana kalırsa senaristler kendileri de yadırgıyor olacaklar ki bolca "Thor Dünya'da" esprisii yapmışlar.  Ayrıca Thor'un çizgi romanlardaki aşkı hep Sif'ti, bu Jane Foster nereden çıktı anlamadım.

Pek öyle hafızalardan silinmeyecek bir film değil. İllaki gitmek isterseniz gidin. Tabi yapacak hiç bir işiniz yoksa yada film indirime girerse:)

Hayata İyi Seyirler...

P.S. Bir Marvel Klasiği. Lütfen filmi ennnn sonuna kadar izleyin. Ennnn sonuna kadar.

27 Ekim 2013 Pazar

Allah Rızası İçin Biri Şu Dune'u Bir Daha Çeksin...

Dune (1984) Poster
1984 yapımı Dune
Şahsen en sevdiğim romanlardan biridir "Dune: Çöl Gezegeni." (Gerçi tiryakileri, serinin diğer kitaplarını daha çok beğeniyorlar ama ben onları okumadım.)

Hikaye müthiştir. Olay uzak bir gelecekte geçmektedir. Hikayeye göre çağın vebası, susuzluktur. O kadar ki birine verilecek en büyük hediye tükürüktür. Zira su o kadar kıymetlidir. Başka spoiler veremeyeceğim, kusura bakmayın.

Frank Herbert'in yazdığı roman için 1984'te bir film çekilmiş. Kabul ediyorum, film muhteşem. Ama kendi dönemi içinde değerlendirilirse.

E tabi bizim beğenilerimiz değişti şimdi. Benim şu "Hollywood İhtişamı" diye adlandırdığım görsel ve işitsel ögeler elbette ki şu anda bizleri yeterince doyurmaz. Hele yeni nesil izleyiciler için hiç bir şey ifade etmez.

O yüzden biri Allah rızası için biri şu Dune'u bir daha çeksin... Bir daha çekilsin ki doya doya izleyelim.

Hatta ben yapımcı olsam: "Peter Jackson! Gel kardeşim! Al şu romanı; oku baştan sona; sonra da üç film çek." derdim. Ha bir de eklerdim, "Yalnız başrolünde Orlando Bloom oynasın" diye. (Tamam bu konuda biraz sübjektif davranmış olabilirim. Hoşgörün:))

Velhasıl kelam. "Dune" bir daha çekilsin vesselam:)

Hayata İyi Seyirler...

"RoboCop" Geliyoooor!!!

Ben 81'liyim. Benim jenerasyon çok iyi bilir Robocop'u. Ufffff, nasıl karizmadır, nasıl korkusuzdur... Öyle böyle değildir. E tabi hazır bu kadar güçlü bir karakter ve elde de bu kadar güçlü teknoloji varken yararlanmamak olmaz değil mi? Yapımcılar da böyle düşünmüş ve 1987 yapımı karakteri yeniden canlandırmaya karar vermişler.

Filmde Alex Murphy'yi Joel Kinnaman canlandırıyor. Genç oyuncuyu -ismini ezbere bilmesek de-pek çok filmden tanıyoruz. Ama beyefendi -umarım ki- bu filmden sonra ismini de hafızalarımıza kazıyacak.
 
2014'te gösterime girecek olan RoboCop, muhtemelen belli bir sahneye kadar '87 yapımı filme çok yakın bir senaryoyla devam edecek. Hani şu mutlu aile babası ve aynı zamanda cesur bir polis olan Alex Murphy'nin bir operasyonda ağır yaralanması; arkasından yarı insan yarı robot bir polise dönüştürülmesinin hikayesi. Diğer taraftan hikayenin nasıl devam edeceği meçhul.

Reprodüksiyon olayı zordur. Çünkü istesek de istemesek de kıyaslama yapacağız. Bu iş Total Recall'larda da böyle oldu; Don'larda da böyle oldu; Örümcek Adam'larda da böyle oldu... Liste uzayabilir tabi ki.
 
Filmi bir izleyelim, sonra da yorumlarımızı yazarız. O yüzden şimdilik bu konuyu burada kapatıyoruz. Sonra görüşmek üzere...

Hayata İyi Seyirler...

22 Ekim 2013 Salı

Michael Collins: IRA'nın Kurucusunun Gerçek Hikayesi...

Bir oyuncunun yeteneklerini sergileyebileceği en kritik filmler genellikle biyografiler oluyor. Liam Neeson'ın da oyunculuğunu konuşturma fırsatı bulduğu bir film var. Tam olarak biyografi olmasa da gerçek bir yaşam öyküsünden uyarlama. Peki bu büyük rol ne mi? IRA'nın kurucusu Michael Collins rolü.

Gelin önce filme bir bakalım. 2005 yapımı “Michael Collins” (Nedense “Özgürlüğün Bedeli” diye çevirmişler?!) trajik bir hikayeyi anlatıyor. Hikayeye göre İrlanda, 700 yıldır İngiliz Krallığı tarafından sömürülmektedir. Ancak I. Dünya Savaşı sonrası tüm dünyayı saran milliyetçilik akımı nihayet İrlandalıları da sarmış ve İrlandalılar İrlanda Cumhuriyetini kurmaya karar vermişlerdir. İngiltere'ninse İrlanda'ya cumhuriyet hakkı vermeye hiç niyeti yoktur. Bu yüzden İrlandalı kanaat önderleri gizlice örgütlenip büyük bir darbe planlamaya karar verirler. Örgütün kurmayları arasında ise işin istihbarat ve askeriye kanadını yürüten Michael Collins adında bir genç vardır. Collins heyecanlı ve tutkulu bir gençtir. Yetenekleri ve zekasıyla da büyük şefin dikkatini çekmiştir. Bu sebeple büyük şef, çıkacağı uzun soluklu seyahati süresince direnişin yönetimini Collins'e bırakmaya karar verir. İşte bu olay, İRA'nın kuruluşunun ve Collins'in yükselişinin başlangıcı olacaktır.
 
Filmde Michael Collins'i elbette ki Liam Neeson oynuyor. Beyefendi bu güçlü rolün altından kalkmayı çok iyi başarmış. Filmde Liam Neeson'a bir kaç tane de tanıdık isim eşlik ediyor. Mesela en iyi arkadaş rolünde Aidan Queen ve esas kız rolünde de Julia Roberts yer alıyorlar. 
 
Filmi konusu enteresan. Ama maalesef bazı sıkıntıları var. Mesela takibi çok zor. Sıralı hikayeler aşırı hızlı ilerliyor ve chapterlar yeterince iyi işlenmemiş. Ama siyasi alt yapınız güçlüyse sıkıntı yok.
 
İzleyin. Yada izlemeyin. Ne bileyim işte, siz bilirsiniz.
 
Hayata İyi Seyirler...

7 Ekim 2013 Pazartesi

"Pasifik Savaşı" Ya Uzaylılar Uzaydan Gelmezse???

Geçen sene eşimle sinemaya gitmiştik, ama hangi film olduğunu hatırlamıyorum. Orada gösterime girecek olan filmlerden birinin fragmanını görmüştük ve daha ilk sahnesinden filmin sonunu tahmin edebilmiştik. O yüzden de filmi sinemada izlemeye değer bulmamıştık. YANILMIŞIZ:)

Neymiş o film? Gelin önce bir bakalım şöyle bir özetine. Ondan sonra niye yanıldığımızı anlatayım. 2013 yapımı “Pasific Savaşı” (The Pasific Rim) adlı film bir bilim kurgu filmi. Olay 2020 yılında geçmektedir. Hikayeye göre yıllar boyu Dünya'yı gökyüzünden istila etmesi beklenen uzaylılar Pasifik Okyanusunun altından peyda olmuştur. Peki Kaiju denen bu yaratıklar oraya nasıl girmişlerdir? Anlatayım. Dinozor ve ejderha benzeri Kaijular bir geçiş portalı vasıtasıyla Dünyanın merkezine girmeyi ve oradan da yeryüzüne ulaşmayı başarmışlardır. Bu yüzden tüm insanlık, kendi iç çekişmelerini bir kenara bırakıp; bu küresel faaliyetle mücadele etmeye başlamıştır. Bunun için de Jeager adını verdikleri devasa robotlar icat etmişlerdir. (Aslında android desek daha doğru; çünkü karşı-etkileşimli değişik bi şey) Ancak bu robotların etkileşimli yapısı, tek bir pilot için aşırı ağır gelmiş ve pilotları hırpalamıştır. Bu sebeple Jeagerlar, iki pilot tarafından kullanılacak şekilde yeniden tasarlanmıştır. Böylece pilotların sağ ve sol beyinleri robotların sağ ve sol yarılarını yönetecek şekilde yeniden dizayn edilmiştir. Yani bir robot, iki pilot, 4 lop. Jeagerlar vasıtasıyla sanal olarak birbirlerinin beynine giren pilotlar Kaiju'ları bir müddet haklamayı başarmışlardır. Ama sonraaaaaaaaaa...
Filmde öyle çok şöhret oyuncular yok. Bir tek yıllar önce "Nicholas Nickelby"de başrol olarak izlediğim Charlie Hunnam ile çeşitli filmlerden tanıdığım Idris Elba var. Filmin senaristi ve yönetmeni ise aynı kişi: Guillermo del Toro.

Filmle ilgili fikirlerime geri dönecek olursak, mutlaka sinemada ve üç boyutlu izlenmesi gereken bir filmmiş. Bir ara nefesimi falan tutuyordum yani o derece. Öyle çok süper bir senaryosu yok. Sonu ise daha başından belli. Ama görsel efektleri ve özgün teması (çift pilot olayını kastediyorum.) çok güzel. Hele bilim kurgu seviyorsanız, mutlaka izlemeniz lazım. 

Transformers, The Matrix: Revolutions, Independence Day gibi filmleri beğeniyorsanız, buna da bayılırsınız diye düşünüyorum.

Hayata İyi Seyirler...

6 Ekim 2013 Pazar

"Kontes" Kör Bir Diplomat ve Eski Bir Kontes'in Hikayesi...

Şu Ralph Fiennes bu devrin adamı olmamalıymış. Böyle; derebeylik dönemlerinde falan yaşamalıymış. Zira o kostümler ve o aristorkrat tavırlar beyefendiye cuk oturuyor. Adam sanki Lord Henry (Dorian Gray'in Portresi'ndeki Lord Henry gibi).

Her neyse... Beyefendinin bu tür bir rolü daha başarıyla canlandırdığı dramatik bir aşk filmine göz atalım. 2005 yapımı "Kontes" (The White Countess) gerçek hikayelerden yola çıkılarak yapılmış bir film. 1930'lu yıllarda Şangay'da geçen bir film. Hikayeye göre Todd Jackson, Şangay'da yaşayan Amerikalı bir diplomattır. Kendisi esprili, karizmatik, iyi giyimli, orta yaşlı, bekar bir adamdır. Tek sıkıntısı ise maalesef kör olmasıdır. Bay Jackson buna rağmen hayattan kopmamış, aksine her gece barlarda sabahlayan eğlenceli biridir. Yine de Şangay'daki barların hiç birinden memnun değildir. Bay Jackson bir akşam gittiği bir barda bir kadınla tanışır. Kadın bir nevi konsomatristir. Ancak bu kadın sıradan bir kadın değildir. Bu kadın, ülkesinden kovulmuş ve Şangay'a sığınmış eski bir kontestir. Jackson kör gözlerine rağmen bu kadındaki o hüzünlü güzelliği fark eder. Ve işte bu kadın Jackson'ın hayatına, kalbindeki en derin yaraları bile yeniden kanatacak bir bıçak gibi saplanacaktır.

Film çok trajik ve dramatik. Ama filmin bir sıkıntısı var. Seyirciye bir ön bilgi vermediği için bazı duygu ve düşünceler havada asılı kalıyor. O yüzden filmi izlemek isteyenler için küçük bir bilgi vereyim: I. Dünya Savaşına müteakip Bolşevik İhtilalinden sonra aristokrat sınıf ve sosyal dereceler bir anda önemini yitirmiştir. Hemen ardından komünizm de ilan edilince yüz yıllardır süren kont, baron, dük, düşes, kontes vb. her türlü ünvan sahibi şahsın mallarına el konmuştur. Sonra da bu kişiler ülkeden kovulmuşlardır. İşte bu sebeple bunu anlatan yüzlerce trajedik eser bulunmaktadır. (Bu da şirketten olsun:))

Velhasıl kelam; film fena değil. "Onegin", "İngiliz Hasta" yada özellikle "Soğuk Dağ" gibi filmleri sevdiyseniz, bunu da seversiniz. En kötü ihtimalle Ralph Fiennes'i izlemiş olursunuz;)

Hayata İyi Seyirler...

 

"Mud"... Çamur'dan bir İlişki...

Ergenlik çağındayken hepimiz macera aramışızdır. Çoğu zaman da macera ararken belamızı bulmuşuzdur. Varsa itirazı olan söylesin:))) Şimdi bahsedeceğim filmde de işte böyle bir hikaye var. Gelin önce filmimize bakalım. Sonra da konuyla ilgili yorumlarımıza geçelim.

2012 yapımı "Mud" (Mud) adlı filmde tuhaf bir hikaye anlatılıyor. Olay, Arkansas'ta geçmektedir. Yani Missisippi'nin en büyük koluna komşu ve herkesin balıkçı olduğu bir nehir kasabasında. Hikayeye göre 14-15 yaşlarındaki iki çocuk Ellis ve Neck, bir sandala binip nehrin üzerindeki adacıkların birinde macera aramaya kalkarlar. Peki bulurlar mı? Evet, hem de en alasından. Zira adadaki ağaçların birinin tepesinde mavi bir tekneyle karşılaşırlar. İşte bela o teknenin içinde yaşamaktadır. Belanın adı Mud'dır. Mud, tuhaf giyimli acayip bir adamdır. Ancak çocuklar zamanla Mud'la yakınlaşırlar. Görünüşe göre Mud, inzivaya çekilmiş biri değildir. Mecburiyetten dolayı oraya gizlenmiş durumdadır. Diğer taraftan Mud'ın niyeti elbette ki ömür boyu o ağaç tepesindeki teknede yaşamak değildir. Mud oradan kurtulmak istemektedir. Peki bu çocuklar Mud'a yardım edecekler midir? Yoksa Mud'la ilgili gerçekleri öğrenip yapmaları gereken şeyi mi yapacaklardır? 

Filmde Mud'ı Matthew McConaughey oynuyor. O yakışıklı adamın nereye gittiğini çok merak ediyorum doğrusu. Çok çikin olmuş:) Ellis ve Neck'i oynayan çocuklar ise çok çok çok başarılılar. İkisini de çok beğendim. Hatta bence filmin en güzel yanı o iki çocuk. Çocukların oyunculukları süper ötesi. Oynadıkları karakterler de çok zeki, çevik ve ahlaklı. Hatta film sırf oyunculukla yürüyor diyebilirim.

Filme gelince. Aykırı bir senaryo olmakla birlikte sonu tahmin edilemeyen ilginç bir hikaye. Ancak film bir nebze sıkıcı. Adrenalin, görsel efekt, cinsel içerik, ihtişam gibi cazibe unsurlarından uzak. Üstelik bazı zorlama müdahaleler var. Ama görmezden gelinebilir.

Yine de senaryonun ve oyunculukların hatırına izleyin, hoşunuza gidebilir. En azından ergenlikte aradığınız maceralara doğru bir yolculuk yapıp gülümsersiniz.

Hayata İyi Seyirler...

P.S. Filmde bir de sürpriz bir bayan oyuncu var. Reese ... Meraklısına:)

 

25 Eylül 2013 Çarşamba

"Balon Çocuk" Aşık Olursa...

Şahsen Jake Gyllenhaal'dan pek hoşlanmazdım. Ta ki "Yarından Sonra"yı izleyene kadar. O filmden sonra beyefendinin hemen hemen her filmini izledim. Henüz markalaşmış, nasıl desem 'kült' film olmuş bir projede görmüş olmamamıza rağmen beyefendinin neredeyse tüm filmlerini severek izledim. Onlardan biri de... Neyse onu da aşağıda anlatayım.

Onlardan biri de 2001 yapımı "Balon Çocuk" (Bubble Boy). Jimmy, anomalili doğmuş genç bir çocuktur. Peki anomalisi ne midir? Jimmy'nin vücudu bir bağışıklık sistemine sahip değildir. Bakın bağışıklık sistemi zayıf demiyorum, yok diyorum:) Bu yüzden Jimmy, odasındaki dev gibi steril bir plastik balonun içinde ve annesinin gözetiminde büyümüştür. Ömrü boyunca evinden hiç çıkmamıştır ve işin tuhafı dış dünyayı merak da etmemiştir. Zira Jimmy, fanusunda gayet mutludur. Jimmy'nin tek dostu -ve biricik gizli aşkı- ise beraber büyüdükleri Chloe adlı genç kızdır. Bir gün Chloe çok sürpriz bir haberle gelir. Sevgilisi Chloe'ya evlenme teklif etmiştir. Bunu duyan Jimmy çok öfkelenir ve Chloe'yu kovmaktan beter eder. Chloe da ağlayarak evden gider ve o kızgınlıkla sevgilisinin teklifini kabul eder. Jimmy işte o an pişman olur. Yapılacak tek bir şey vardır. O da Chloe'nun 3 gün sonra Niagara Şelalelerinde gerçekleşecek olan düğününü durdurmaktır. Ve Balon Çocuk Jimmy ömrünün ilk seyahatine işte böyle çıkar.  

Balon Çocuk Jimmy'yi tahmin edeceğiniz gibi Jake Gyllenhaal oynuyor. Beyefendi gelmiş geçmiş en şeker hallerini bu filmde takınmış herhalde, bayıldım:)

Filme gelince, neredeyse çocuk komedisi türünde. 5 yaşındaki oğlum çok severek izledi. Ben de çok keyif aldım. Reytingleri düşük, sonucu da belli ama yine de kendi çapında eğlenceli bir film işte.

Denk gelirseniz izleyin. Hoşunuza gidecektir.

Hayata İyi Seyirler...

P.S. Film ne yazık ki gerçek bir hayat hikayesinden alınmıştır.

24 Eylül 2013 Salı

Veeeee "Hediye Operasyonu" Başlasın!!!...

Bizim için pek bir şey ifade etmeyen Noel Baba ile ilgili her yıl mutlaka bir kaç film çekiliyor Hollywood'da. Bunların çoğu bizim ülkemizde gösterime bile girmiyor. Ama bunlardan biri nasıl olduysa bizim ülkemizde de gösterildi. Hasılat rekorları kırmasa da bir miktar seyirci toplamayı bile başardı.

2011 yapımı animasyon film “Hediye Operasyonu” (Arthur Christmas)tan bahsediyorum. Gelin filmimize bir bakalım. Filmin ana karakteri Arthur; genç, çalışkan ama beceriksiz ve sakar bir Noel çocuktur. “Noel çocuk da ne?” dediğinizi duyar gibiyim. Noel çocuk, nesillerdir Noel Baba sülalesinden gelen ve geleceğin Noel Babası olacak olan gençlere verilen addır. Her neyse... Arthur'un babası 70 yıldır Noel Babalık görevini yürütmektedir. Bu Noel Baba da tıpkı diğerleri gibi 70 yıldır milyonlarca çocuğu Noel sabahında mutlu etmeyi başarmıştır. Yine bir Noel gecesi Noel Baba ve takımı milyonlarca çocuğun sahip olmak istedikleri hediyeleri büyük bir operasyonla yerlerine ulaştırmayı başarmıştır. Ancak bir çocuğun dileği gözden kaçmıştır ve hediye yerine ulaşamamıştır. Bu iş Arthur'un çok fena içine oturur çünkü Arthur çocukları gerçekten önemsemektedir. Çocuğun Noel akşamında göz yaşı dökmesini istemeyen Arthur, Noel Dedesinin de yardımıyla bir hediye operasyonu başlatır. Ancak ikisi de bu uğurda başlarına geleceklerden habersizlerdir.

Başta da dediğim gibi, bizde Noel kültürü olmadığından dolayı çocukların anlayabileceği film olmaktan çıkıyor film. Yetişkinlerse anlayabilir ama keyif alırlar mı bilmem. Diğer taraftan akrabalık ilişkileriyle ilgili dokundurmaları güzel. Yine de sırf onun için de izlenmez yani, bilemiyorum.

İzleyip izlememeye siz karar verin. Hatta yorumlara iki satır bir şey yazın, siz yönlendirin. En iyisi bu sanırım.
Hayata İyi Seyirler...

22 Eylül 2013 Pazar

Kim bu "Muhteşem Gatsby"???

Dün akşam "Moulin Rouge" tadında bir film seyrettim. Hatta Moulin Rouge'daki şaşaayı ve coşkuyu bile aşmış bir film. Sonra bir baktım; meğerse yönetmenleri aynıymış. Hemen sizinle paylaşmak istiyorum.

2013 yapımı "Muhteşem Gatsby" (The Great Gatsby) adlı film bundan 55-60 yıl öncesinde geçen kurgu bir hikayeyi anlatmaktadır. Hikayeye göre Nick (Tobey Maguire) askerden yeni dönmüş genç bir taşralıdır. Pek çok taşralı gibi New York'la ilgili anlatılan süslü masallara güvenerek New York'a taşınır. Nick, önce çılgınlıklar kenti New York'ta bir iş bulur. Sonra da mütevazi bir eve taşınır. Peki yan komşusu kimdir biliyor musunuz? GATSBY. NEW YORK'UN EFFFFFSANE MİLYONERİ. Her hafta sonu çılgın partiler veren, binlerce New York'luyu ücretsiz ağırlayan, buna rağmen hakkında kimsenin bir şey bilmediği gizemli ama ünlü milyoner. Nick bu davetlerin bir tekine bile katılma fırsatı bulamamıştır. Ancak bir gün Nick'e bir davetiye gelir. Davetiye, Gatsby'den gelmektedir. Nick o hafta sonu verilecek olan partiye davet edilmektedir. Nick davet edildiğine çok sevinir ve partiye katılır. Ancak partide çok tuhaf bir gerçekle karşılaşır. Çünkü bu görkemli partideki davetiyeli tek kişi Nick'tir. Bunun için Bay Gatsby'yi bulup ona teşekkür etmek ister. İşte bu buluşma, Nick'in hayatını sonsuza dek değiştirecek bir sır dolu bir sonun başlangıcı olacaktır.

Filmde Gatsby'yi tahmin edeceğiniz gibi Leonardo di Caprio oynuyor. Ve beyefendi her zamanki gibi muhteşem. Hikayeyi Nick'in anlatımıyla izliyoruz. Nick'i canlandıran Tobey Maguire da çok başarılı.

Gelelim filmle ilgili yorumlarıma. Ben daha Leonardo di Caprio'nun kötü bir filmini görmedim. Gerçekten büyük bir prodüksiyon. Bol figüranlı, şaşaalı, pırıl pırıl, masalsı ve gizemli bir New York. Trajikomik bir hikaye.

Ben filmi çok beğendim. Tüm ihtişamına rağmen insanı yormayan ama meraklandıran acıklı bir hikayesi var. Moulin Rouge'u sevdiyseniz, bunu da seversiniz. İzleyin derim.

Hayata İyi Seyirler...

18 Eylül 2013 Çarşamba

"Ahlaksız Teklif" İşte! Başka Söze Gerek Var Mı???

Çocukken izlediğim ve o zaman bile etkilendiğim bir filmi yıllar sonra dün akşam yeniden izledim. Üstelik bu kez evli barklı biri olarak izlediğim için daha da çok etkilendim.

Ahlaksız Teklif”ten bahsediyorum. Hani şu yayınlandığı yıllarda yer yerinden oynayan film. Hatırlıyorum o yıllarda filmi izleyen herkes bir yandan “tüüüü senin sıfatına; pis kadın; adi adam” diye yorumlar yaparken bir yandan da “sonunda n'olucak acaba?” diye merakla izliyordu.

Gelin önce filmin kısa bir özetine bakalım, sonra yorumlara devam ederiz. 1993 yapımı filmde Diana ve David birbirini çok seven karı koca çifttir. İkisi kendi hallerinde sade ama mutlu bir hayat sürdürmektedirler. Bu ikili bir gün Las Vegas'a kumar oynamaya giderler. Maksat hoşça vakit geçirmektir. Acemi kumarbaz David kumarhanede epeyce para kaybeder. İkilinin canları sıkılır, moralleri bozulur. Tam bu sırada ultra süper zengin yakışıklı karizmatik güçlü işadamı Bay , Diana'ya yaklaşır ve ondan uğuru olmasını ister. Diana teklifi kabul eder ve attığı zarlar Bay John Cage'e tam bir milyon lira kazandırır. Herkes çok sevinir. Bunun üzerine Bay Cage Diana ve David'i otelde konuk eder ve düzenlediği partiye davet eder. David ve Diana süslenip püslenip partiye inerler. Bay Cage çiftle özel olarak ilgilenir. Laf lafı açar, konu parayla her şeyin satın alınabileceği konusunda düğümlenir. Bunun üzerine Bay Cage David'e bir teklifte bulunur. Diana'yla bir gece geçirme karşılığında çifte bir milyon lira vermeyi teklif eder. Çift neye uğradığını şaşırır. Peki acaba çiftimiz teklifi kabul edecek midir, etmeyecek midir? Kabul ederlerse n'olur, etmezlerse n'olur? İşte film bize bunu anlatıyor.
Filmde Diana'yı Demi Moore oynuyor. Hanımefendi o dönemin en yıldız filmlerinde oynardı. Kocası David'i ise Woody Harrelson canlandırıyor. Ahlaksız teklifi yapan zengin işadamını da Hollywood'un Cüneyt Arkın'ı Robert Redford canlandırıyor.
Film çok güzel. Senaryo tam olması gerektiği gibi yazılmış. Daha doğrusu bizim memleketlere göre değil ama hitap ettiği dünyaya göre çok başarılı.
İzleyin. Mutlaka demeyeceğim ama izleyin. 90'ların sinemalarında böyle bir filmin de olduğunu görün.
Hayata İyi Seyirler...