“Sıfır nasıl olur da
tanrıyı tanımlar?”
“Negatif rakamları düşün. Tüm rakamları -eksi sonsuzdan
artı sonsuza kadar- topladığında bulacağın sonuç sıfırdır. Sıfır hem herşeyi
kapsar hem de hiçbir şey O değildir.” İkinci bölüm başladığında tüm dikkatim
Jon’daydı. Mars’ın yüzeyinde sevgilisiyle konuşuyordu. Süper güçler yakında
nükleer savaşla dünyadaki tüm hayatı bitirmenin eşiğindeydi ve sevgilisi onları
durdurması için Jon’u ikna etmeye çalışıyordu. Jon; evrenin bu yokoluşu
hissetmeyeceğini söyleyerek, bireyin önemsizliğinden ve hayatın anlamsızlığından
dem vurdu. Gitgide insanlıktan uzaklaşan bir tanrıydı o, artık emindim. Şöyle
dedi: “Belki de tüm bunlar yoktan yaratılmamıştır”. Artık emindim, o, mutlak
bire evrilen bir pagan tanrısıydı. Paganlardaki “mutlak bir”(yanılsatıcı
olmayan, ikincisi olmayan bir), evreni yaratmamıştır, coşkun bir anında bir
patlama bir fışkırma yaşayarak evrene saçılmıştır. Sembol tekrar gözümün önüne
geldi, suya düşen damlanın etrafa yaydığı dalga gibiydi, yada big bang…Evrendeki
herşey onun parçasıdır. O hiçliktir, çünkü hiçbir şeye bu tanrıdır diyemezsin,
ama herşeyin bütünü tanrıdır. Yaratmadığı bu dünyadaki insanların hayatıyla
ilgilenmez o. “Belki de tüm bunlar yoktan yaratılmamıştır” cümlesini kurduğu
andan itibaren Jon, sözleriyle anıları arasındaki derin çelişkinin farkına
vardı. Babası bir saat ustasıydı ve saat monte etmeyi ondan öğrenmişti. Usta
olmadan saat kendi kendine monte olabilir miydi?
Yoktan
yaratılış (ex nihilo) İslam öğretisinde vardı. Birden Fatiha suresindeki ayeti
hatırladım: maliki yevm-id-din. Daha Kur’anın başında bu cümlenin niye
konulduğunu daha yeni anlıyordum. “O din gününün sahibidir”. Dünyayı ve
insanlığı yoktan var eden İslam Allahı, pagan tanrısından farklı olarak yaşadığı
hayat için insanlıktan hesap soracaktı. İnsanla ve hayatla yakından
ilgileniyordu, onu yoktan var etmişti ve onu yargılayacaktı. Eve geldiğimde
kafam zırıl zırıl ötüyordu. Nadiren tecrübe ettiğim bir “öğrendiklerini
birleştirme” hali yaşıyordum. Plotinus'un, Aristo'nun, Eflatun'un tanrısı ile
bizimkinin farkı apaçık açılıyordu kafamda. Milan Kundera’yı yanlış anladığımı
fark ettim. Var olmanın dayanılmaz hafifliği dediğinde, varolmanın karşı
konulmaz hafifliği değil, varolmanın tahammül edilmez hafifliği demişti o:”
unbearable”. Yanılmıştım, ebedi dönüş mitosunu doğru anlamıştı aslında. Eski
hayatlarını hatırlamayan insan, bu tek hayattaki davranışlarını bilinçli
kararlarla yönetmiyordu. Karşılaştırabileceği eski bir tecrübesi yoktu ve tüm
hayatı bu belirsizlik, bu sisperdesi sarmıştı. Hayatı bilinçli kararlar değil
tesadüfler yönlendiriyordu. Almanların dediği gibi, “einmal ist keinmal”di;
birkere=hiçkere… Tekrarlanabilir görünse de kararlar tek seferlikti, hayattaki
önemli kararların çoğunun telafisi yoktu. Sonlu bir hayatı sadece bir sefer
yaşayabilen insanın trajedisi… Bilgisayarın başına oturdum, google’da “watchmen”
yazarken müslüman olduğuma şükrediyordum. Açılan sayfalarda Jon’un alnındaki
sembolün anlamını bulunca önce şaşırdım, sonra tatmin oldum:” hidrojen atomu”.
- ALINTIDIR -
Hayata İyi Seyirler...