31 Aralık 2012 Pazartesi

"Pars: Kiraz Operasyonu" Nasıl Bir Filmdi???

Türk filmlerini sinemada izlememe tövbe ettiren filmlerden birine bakalım mı? 2007 yapımı “Pars: Kiraz Operasyonu”na.
İsterseniz önce isme bakalım, neden böyle çift isim diye. Pars, filmdeki süper polisin lakabı. Kiraz Operasyonu da üzerinde kiraz resimleri olan uyuşturucu hapları üreten ve dağıtımını yapan bir çetenin peşine düşülen operasyonun adı. Peki bu ikisi niye bir arada? Çünkü yapımcılar bu filmin çok tutacağını ve devam filmlerini çekeceklerini düşünmüşler. O yüzden bu film “Pars: Kiraz Operasyonu”. Sonraki film de “Pars: Başka bir şey” olacakmış.

Ama olmadı, neden? Çünkü Türk yapımı aksiyon polisiye türündeki film, Türk seyirciye tuhaf geldi. Film bazı sahnelerde zayıf kalırken, bazı sahnelerde abartılı kaldı. Senaryosu fena değildi, ama devamı gelecek bir film olamayacağı da belliydi. Neticede olmadı işte. Bitti, gitti. Biz artık önümüzdeki filmlere bakacağız.

Hayata İyi Seyirler...

"Taxi 3"teki Noel Baba Çetesi Kim???

Hayatta bazen ilginç tesadüflere rastlanır. Bugün derse girdiğiim sınıfın birinde çok az öğrenci olduğu için (yılbaşı firarları) öğrencilerin film izleme taleplerine okey dedim. Bilgisayarımı açtım, film listeme bir göz attım, izletebileceğim tek film “Taksi 3” tü. Yıllar önce izlemiş olduğum filmin konusunun “Noel Baba Operasyonu” olduğunu, ancak filmin jeneriğini izleyince hatırladım. Yılbaşı için uygun bir film.

2003 yapımı “Taksi 3”e bir bakalım. Bizim şu şaşkın polis Emilien'in başı bu kez “Noel Baba Çetesi”yle dertte. 8 ay boyunca noel baba kıyafetleri giyip 37 soygun yapan ama hiç iz bırakmayan çete yüzünden hayatı kabusa dönen Emilien, özel hayatıyla ilgili çok ilginç şeyler de öğrenir. Emilien'in eski dostu Taksi şoförü Daniel de çete işi için Emilien'e yardım etmeye kalkınca komik bir aksiyon başlar.

Baştan söyleyeyim, filmde onlarca espiri yapılıyor, ama sadece bir kaçı güldürüyor. Neden olduğunu ben de anlamadım. İlginç değil mi? Ayrıca filmin bir de konuk oyuncusu var, sürpriz bir isim: Sylvester Stallone.

Bu filmi anlamak için ilk iki filmi izlemeniz gerekmiyor. Çünkü karakterler aşağı yukarı aynı, ama olaylar tamamen farklı.

Yürekten tavsiye edebileceğim bir film değil. Yapacak bir şeyiniz yoksa izleyebilirsiniz. O kadar.

Hayata İyi Seyirler...

30 Aralık 2012 Pazar

"Büyük Balık" Yakalamak Kolay Olacak Mı???

Hepimiz babalarımızın abartılı gençlik hikayeleriyle büyüdük. Ama hiçbirimiz o hikayelerin peşine düşmedik. Birimiz hariç: Ed Bloom.
2003 yapımı “Büyük Balık”a (Big Fish) bir bakalım. Ed, babasının köyünde mutlu bir çocukluk geçirmiş şirin ve genç bir adamdır. Ancak çok sevdiği babasının ölümü, onun kabuğunu kırmasını sağlayacaktır. Çünkü Ed, babasının hikayelerinde geçen (ama aslında inanmadığı) yapışık ikiz Japon kızların, dev adamların ve uçan balıkların peşine düşecektir. Peki Ed filmin sonunda neyle karşılaşacaktır. Babasının anlattıkları gerçek midir, yoksa fantastik masal mıdır?

Filmin başrolünde, Star Wars'dan beri hiçbir yere yakıştıramadığım Ewan McGregor'u görüyoruz. Filmin bir roman uyarlaması olduğunu belirtmek yerinde olacak diye düşünüyorum. Romanın yazarı Daniel Wallace. Bu fantastik filmin yönetmeni ise “Makas Eller”in de yönetmeni olan Tim Burton'ı görüyoruz.

Filmin reytingleri çok çok yüksek. Hatta bence böyle masalsı bir film için fazlasıyla fazla. Sakın bana “Ama aslında çok derinlikli bir film” demeyin, fena yaparım. Yine de izleyip izlememeye kendiniz karar verin.

Hayata İyi Seyirler...

"Çılgın, Aptal Aşk" İnsana Neler Yaptırır???

Romantik komedilerin çok yüksek reyting almalarına alışık değiliz. Ama şimdi bahsedeceğim film, inanın çok yüksek reytingli.

Crazy Stupid Love Movie2011 yapımı "Çılgın, Aptal Aşk" (Crazy, Stupid, Love)'dan bahsetmek istiyorum. Cal, orta yaşlı, çoluk çocuk sahibi, bir orta sınıf geliri olan sıradan bir adamdır. Cal, bu sıradan yaşamından mutludur. Ta ki karısı Emily boşanmak istediğini söyleyene kadar. Cal, neye uğradığını şaşırmıştır. Sebeplerini düşündüğünde ise karısının kendini neden artık beğenmediğini bulması zor olmamıştır. Çünkü Cal artık bir erkek olarak cazibesini yitirmiştir. Cal artık göbekli, kötü giyimli, demode saçlı bir adamdır.  Onu bu durumdan kurtaracak kişi ise, tesadüfen tanıştığı çapkınlar kralı Jacob olacaktır.

Bolca ünlüye rastladığımız filmde Cal'i Steve Carell, Emily'yi Julianne Moore ve Jacob'u da Ryan Gosling oynuyor. Ayrıca Cal'in kızı rolünde de Emma Stone'u görüyoruz.

Film çok gır gır. İzleyin, hem eğlenin, hem ders alın.

Hayata İyi Seyirler...

"Telefon Kulübesi"nde Görüşme Yapmak Neye Mal olabilir???

Bir insan bir telefon kulübesinde en fazla ne kadar psikopat bir insana çatabilir? Ben söyleyeyim: En psikopatına.
Stuart, hayatta elde ettiği ilk başarılarıların ardından hemen havaya girmiş, tabir-i caizse kendini bir şey zanneden züppenin tekidir. Yardımcısını hor görmekte, eşini aldatmaktadır. Ancak tedbirlidir. Sevgilisini, cepten değil telefon kulübesinden arar. Bir gün yine bir görüşme yapmak için girdiği kulübe, hayatını karartacaktır. Çünkü telefon hattına giren bir psikopat, Stuart'a emirler yağdırmakta, Stuart karşı gelince de masum insanları vurmaktadır. Stuart'ın tek kurtuluşu, kendine söylenenleri yapmaktır.

2002 yapımı “Telefon Kulübesi” (Phone Booth) adlı filmden bahsettiğimi anlamışsınızdır herhalde. “Testere” filmlerine ilham veren ve sıradışı bir senaryoya sahip olan filmin başrolünde Colin Farrell oynuyor. Filmin yönetmeni Joel Schumacher aynı zamanda “Batman Forever” ve “Batman and Robin”in de yönetmeni.

İzleyin, ne insanlar var görün.

Hayata İyi Seyirler...

"Yargıç Dredd"leri Kıyaslayalım Mı???

Daha önce bir yazımda 90'larda çekilen "Gerçeğe Çağrı" ile 2000'lerde çekilen "Gerçeğe Çağrı"yı kıyaslamıştık. http://yaseminnewsted.blogspot.com/2012/11/gercege-cagrlar-kyaslayalm-m.html (O yazının çok reyting aldığını söylesem fena olmayacak.) O yazıda sunduğum tezi kuvvetlendiren bir kıyaslama daha yapmak istiyorum. "Yargıç Dredd" (Dredd) filmleri...
Bir kere Dredd'in aslında bir çizgi roman kahramanı olduğunu belirteyim. Suç oranının çok yüksek olduğu bir gelecekte, suçlularla başa çıkabilmek için hızlı bir yola ihtiyaç vardır: Suçluları hem yakalamakla, hem de infaz etmekle sorumlu polisler, yani "Yargıçlar". Ama bunların en ünlüsü Yargıç Dredd'dir. Çünkü o her zaman doğru adamı yakalar ve doğru cezayı infaz eder. Asla yanılmaz. Dredd, bu kurguya dayanır.

1995'te çekilen "Yargıç Dredd" (Judge Dredd) adlı filmde bu kurguya büyük oranda bağlı kalınmıştı. Sylvester Stallone'un canlandırdığı Dredd kötüleri avlamakla meşgulken, kötüler onu avlamıştı. Dredd hatalı bir infaz yapmış, kariyerine yakışmayan bu lekeyi temizlemek zorunda kalmıştı. Aynı zamanda da kendi geçmişiyle ilgili hiç bilinmeyen bir gerçek, su yüzüne çıkmıştı. Yargıç Dredd'in senaryosu ve kurgusu güzeldi, ancak çoğu Stallone filminde olduğu gibi "Stallone" ismi filmin önüne geçiyordu. Filmin reytinglerinin çok yüksek olmamasının en önemli sebebi bu olsa gerek.

Gelelim 2012 yapımı "Dredd"e. Kurgu aynı olmakla beraber bu kez senaryo daha farklı. Dredd bu kez yanına çaylak bir yargıç olan Anderson'ı alır ve Mega City 1 denen 200 katlı bloktaki sorunu çözmeye gider. Sorun ne midir? Ma Ma isimli psikopat bir kadını ve onun çetesini infaz etmektir. Çünkü psikopat grup Slo-Mo (Slow Motion) adında bir uyuşturu madde üretip dağıtımını yapmaktadırlar. Senaryo bu. Peki bu filmin üstünlüğü nerede? Basit: Film 3D. Teknolojik olarak açık ara üstün. Çok daha göz doldurucu. Kostümler bariz bir şekilde daha gösterişli. Üstelik kötü adamlar daha kötü. Psikopatlar daha psikopat. Dredd ise başrol oyuncusuyla değil, Dredd adıyla ön planda. (Dredd'i oynayan Karl Urban, Yüzüklerin Efendisi'nin Eomer'i).

Filmleri yan yana getirdik. Ölçtük, biçtik. Uzun bir yazı olduğunun farkındayım. Okumak zor geliyorsa izleyin. Ama sadece yeni "Dredd"i.

Hayata İyi Seyirler...

29 Aralık 2012 Cumartesi

Ya Dünya "Ahmaklar"a Kalırsa???

Ana teması "Alternatif gelecek" olan filmler her zaman çok dikkatimi çekmiştir. Bu türden izlediğim en son film Justin Timberlake'in oynadığı "In Time" (Zamana Karşı) idi. Bugünse bize yine fantastik bir gelecek sunan başka bir bilim kurgu filmi izledim.

Size 2006 yapımı "Idiocracy" (Ahmaklar) adlı filmden bahsedeyim. 2005 yılında insanlarının kaydadeğer bir hızla IQ'larının düştüğü tespit edilmiştir. Konuyu araştıran bilim adamları, ortalama bir asker olan Joe'yu ve hayat kadını Rita'yı denek olarak seçerler. Joe ve Rita, askeri bir labaratuvarda birer tabut içine yatırılıp 1 yıl süreyle uyutulacaklardır. Ancak bir şeyler ters gider ve bu iki zavallı 500 yıl boyunca tabutlarında uyurlar. 2505 yılında dünyaya yeniden gözlerini açan Joe ve Rita bambaşka bir dünyaya uyanacaklardır. Çünkü insanların IQ seviyesi yerlere vurmuş, herkes aptallaşmıştır. Amerikan Başkanı eski bir porno yıldızıdır. 90 dakika boyunca bir popo resmi gösterilen "K.ç" isimli film, 8 dalda Oscar kazanmıştır. Tarlalar enerji içeceğiyle sulanmaktadır. İdiotlar doktor, embesiller avukat, moronlar öğretmen olmuştur. Böyle bir dünyada en zeki insan olduğu farkedilen Joe, tüm direnmelerine rağmen İç İşleri Bakanı seçilir. Oysa Joe'nun tek amacı bir zaman makinasına binip 500 yıl öncesine geri dönmektir.

Filmin ana karakteri pek de ünlü isimler değil. Hatta yazarı ve yönetmeni de. Beğeni oranlarının da çok yüksek olmadığınısöylemek zorundayım. Yine de eğlenceli bir film. Bence böyle bir kurgu bulunmuşken senaryo çok daha fazla abartılabilirdi.

İzleyin, halinize şükredin.

Hayata İyi Seyirler...

P.S. Sürpriz son için filmi en sonuna kadar izleyin.

"Git Başımdan" Ama Nereye???

Ne zamandır izlemek istediğim bir filmi nihayet izleme fırsatı buldum. Hani şu "yol arkadaşlığı yapmak zorunda kalan iki zıt kişilik" türünden bir hikayeyi anlatan bir film.

2010 yapımı "Git Başımdan" (Due Date) adlı filme bir bakalım. Peter (Robert Downey Jr.), Los Angeles'taki eşinin doğumuna yetişmeye çalışan bir mimardır. Ethan (Zach Galifianakis), ise ünlü bir oyuncu olmak için Hollywood'a giden bir çılgındır. Atlanta hava alanında bu iki adamın valizleri karışır ve ağız dalaşı başlar. Uçağa binen bu iki adam, yaşadıkları polemik sırasında "bomba, terörist, vb" yasaklı kelimeler kullandıkları için uçaktan atılırlar ve uçuş yasağı listesine alınırlar. Birlikte bir araba kiralamak ve ülkeyi bir baştan bir başa "beraberce" kat etmek zorunda kalan ikilinin 5 günlük yolculuğu bir kabusa dönüşecektir. Peki bu zorlu yolculuğun sonunda Peter, karısının doğumuna yetişebilecek midir?

Basit ve çok işlenmiş bir hikaye. Tek özelliği ise başrolde iki ünlü oyuncunun oynaması. Maalesef "başarılı oyunculuklar" diyemeyeceğim çünkü her iki beyefendiyi de daha önce benzer rollerde izlemiştik.  Peter karakteri, Robert Downey Jr.'ın Sherlock Holmes karakterinin bir benzeri. Eathan karakteri, Zach Galifianakis'in "Hangover"daki karakterinin aynısı. Zaten filmin yöetmeni Todd Phillips, Hangover 1 ve 2'nin yönetmeni.

Öylesine bir film işte. İzleyin, vakit geçirmiş olun.

Hayata İyi Seyirler...

27 Aralık 2012 Perşembe

"Aşk ve Para"dan Hangisi Önce Gelir???

Ve işte yine bir roman uyarlaması. Ama bu kez biraz cılız bir film. Hatta neredeyse üçüncü sınıf. Ama eğlenceli.

2012 yapımı "Aşk ve Para" (One For The Money) adlı filme bir bakalım. Stephanie küçük şehirde doğup büyümüş, korumacı bir ailenin sakar ve duygusal kızıdır. İşini kaybeden beş parasız kalan Steph, sonunda karnını doyurabileceği bir iş bulur: Kefalet Acentalığı. Yani duruşmaya gelmeyen sanıkları evlerinden alıp mahkemeye götürme işi. Ancak eline verilen sanıklar listesinde hiç ummadığı biriyle karşılaşır. Ona hayatının kazığını atan lise aşkı Joe Morelli. Gözleri yuvalarından fırlayan Steph, parayı ikinci plana atıp alçak Morelli'nin peşine düşer.

Neredeyse hiç bir ünlünün oynamadığı, basit senaryolu, basit kurgulu, çerezlik bir film. Zayıf bir film. Yine de bazı komik ögeleri ve espirilerinin hatırına izlenebilir.

İzleyin, kafanız dinlensin.

Hayata İyi Seyirler...

26 Aralık 2012 Çarşamba

"Kapışma"da Çingene Boksöre Ne olacak???

Bugün size yıllar önce izlediğim, ama dün yeniden izlediğimde ancak anlayabildiğim bir filmden bahsetmek istiyorum. Brad Pitt'in gençlik, Jason Stathom'ın tanınmamışlık dönemine denkgelen bir film, Baştan söyleyeyim, bu filmi özetlemesi çok zor. Çünkü çok karakter var ve çok karışık. Ayrıca ne söylesem spoiler verecekmişim gibi oluyor. O yüzden iyisi mi yapabildiğim kadarını yapayım.

2000 yapımı "Kapışma" (Snatch) adlı filmde Turkish (Jason Stathom), yasadışı box maçlarına dövüşçü ayarlayan, ama asla şike yapmayan bir bahisçidir. Turkish, yanında çalışan adamına 10.000 Dolar verir ve gidip çingenelerden bir karavan almasını söyler. Çingenelerden korkan eleman, yanına (tabir-i caizse) bir goril alır ve çingenelerin yaşadığı karavan parka gider. Ancak orada işler bekledikleri gitmez ve çingenelerden biri, gorili bir temiz benzetir. Hem de kim mi? Mickey - yani Brad Pitt. Üç gün sonra maça çıkacak olan gorilden geriye sadece bir enkaz kalmıştır. Organizatörlere (yani mafya babalarına) ne söyleyeceğini şaşıran Turkish, şanına hiç yakışmayan bir yola bir yola başvuracaktır. Neye mi? Şikeye. Elbette ki bu süreçte hiç ummadıkları adamlarla yolları kesişecek, "Yok artık!" derdirten tesadüfler yüzünden işler çıkmaza girecektir.  

Bir söylentiye göre bu "çingene boksör" rolü Brad Pitt'e gelmemiş. Brad Pitt yönetmeni arayıp bu role talip olmuş. Filmin yönetmeninin Guy Ritchie olduğunu da ayrıca belirtmek isterim. Kendisi Sherlock Holmes filmlerinin de yönetmenidir. 

Film çok uçuk ama çok güzel. Ayrıca reytingleri de çok yüksek. Yine de (çok uçuk olduğu için olsa gerek) seven çok sever, sevmeyen hiç sevmez. Ben yine de izleyin derim.

Hayata İyi Seyirler... 

25 Aralık 2012 Salı

"Benim Yolum" Nereye Gider???

Çekik gözlülerin oynadığı filmleri direk pas geçenler için bir film buldum. "Hu! Ha!" şeklindeki dövüş seslerinin yerine, dramatik bir öykünün anlatıldığı iyi bir film. Gerçek bir hikayeden alınmış acıklı ve sinir bozucu olaylarla dolu bir film.

2011 yapımı "Benim Yolum" (My Way, Mei Wei) adlı filme bir göz atalım. Jun Shik,  Kore'nin bir köyündeki bir tarlada çalışan genç bir adamdır. Ancak Jun'ın yetenekli olduğu bir nokta vardır. Jun, çok iyi bir maraton koşucusudur. Jun'ın en yakın arkadaşı Tatsuo da aynı yeteneklere sahip bir gençtir. Ancak bu iki yetenek, ülkelerinin Japonya tarafından sömürge altına alınması sonucu zorla askere alınırlar. Cepheye gönderilen Jun, hayatta kalmak için herşeyi yaparken, Tatsuo kendini "Bir İmparatorluk Askeri" masalına kaptırmıştır. Bu yüzden iki arkadaş önce birbirlerine düşerler, sonra da Sovyet Rusya'ya karşı verilen savaşta Komunist Rejime esir düşerler. Böylece iki zıt arkadaş, asıl düşmanın kim olduğunu anlayacak ve bir kaçış gerçekleştirmek zorunda kalacaklardır.  

Filmde pek de tanıdık olmayan aktörlerin oynamadığını itiraf etmek zorundayım. Ama film çok güzel. İzleyin, insan psikolojisinin ne kadar hızlı değiştiğini görün.

Hayata İyi Seyirler...

24 Aralık 2012 Pazartesi

"Watchmen" Sembolleri Neler???

Watchmen’i sinemada izledik. Filmi izlerken tanrısal özelliklere sahip Jon’un alnında bir sembol fark ettim. Çemberin içindeki nokta. Emin olamıyordum. Başka bir sahnede kendi parmağıyla alnına bu sembolü çizdiği geçmiş bir görüntüyü izleyince “Aman Allah'ım” dedim.
Eşim “ne oldu?” dedi.
“Arada anlatırım” dedim. 13 yıl önce öğrendiğim bir pagan mitosu kafamda dönüyordu.
Ara olduğunda etrafımızdaki herkes filme küfrediyor ne kadar sıkıldığını söylüyordu. Biz ise zevkten dört köşeydik.
“Matematikte sıfır rakamını kimler buldu?” diye sordum eşime.
“İbn-i Sina mı?” dedi.
“Araplar buldu. Peki Mısırlılar, Çinliler, Mayalar bulamamış mıydı bu rakamı? Farketmemişler miydi yani”
“?????”
“Sıfır ortasında nokta olan çemberle sembolize edilir ve tanrıyı gösterir bu yüzden onu kutsal bulan milletler bildikleri halde kullanmamıştır. Mısırda, Mayalarda, Antik Yunanda ve daha pek çok kültürde bu sembol şöyledir: kendi kuyruğunu ısıran bir yılanın oluşturduğu çember. Yılan bir yandan kendisini tüketirken öte yandan kendini besler ve döngü hiç durmadan devam eder. Tüm sembol ‘ebedi dönüş mitos’unu anlatır. Sonsuza dek hayvansal bir bedende tekrar tekrar dünyaya gelmeye hapsolmuş tanrı: insan.”

“Sıfır nasıl olur da tanrıyı tanımlar?”
“Negatif rakamları düşün. Tüm rakamları -eksi sonsuzdan artı sonsuza kadar- topladığında bulacağın sonuç sıfırdır. Sıfır hem herşeyi kapsar hem de hiçbir şey O değildir.” İkinci bölüm başladığında tüm dikkatim Jon’daydı. Mars’ın yüzeyinde sevgilisiyle konuşuyordu. Süper güçler yakında nükleer savaşla dünyadaki tüm hayatı bitirmenin eşiğindeydi ve sevgilisi onları durdurması için Jon’u ikna etmeye çalışıyordu. Jon; evrenin bu yokoluşu hissetmeyeceğini söyleyerek, bireyin önemsizliğinden ve hayatın anlamsızlığından dem vurdu. Gitgide insanlıktan uzaklaşan bir tanrıydı o, artık emindim. Şöyle dedi: “Belki de tüm bunlar yoktan yaratılmamıştır”. Artık emindim, o, mutlak bire evrilen bir pagan tanrısıydı. Paganlardaki “mutlak bir”(yanılsatıcı olmayan, ikincisi olmayan bir), evreni yaratmamıştır, coşkun bir anında bir patlama bir fışkırma yaşayarak evrene saçılmıştır. Sembol tekrar gözümün önüne geldi, suya düşen damlanın etrafa yaydığı dalga gibiydi, yada big bang…Evrendeki herşey onun parçasıdır. O hiçliktir, çünkü hiçbir şeye bu tanrıdır diyemezsin, ama herşeyin bütünü tanrıdır. Yaratmadığı bu dünyadaki insanların hayatıyla ilgilenmez o. “Belki de tüm bunlar yoktan yaratılmamıştır” cümlesini kurduğu andan itibaren Jon, sözleriyle anıları arasındaki derin çelişkinin farkına vardı. Babası bir saat ustasıydı ve saat monte etmeyi ondan öğrenmişti. Usta olmadan saat kendi kendine monte olabilir miydi?

Yoktan yaratılış (ex nihilo) İslam öğretisinde vardı. Birden Fatiha suresindeki ayeti hatırladım: maliki yevm-id-din. Daha Kur’anın başında bu cümlenin niye konulduğunu daha yeni anlıyordum. “O din gününün sahibidir”. Dünyayı ve insanlığı yoktan var eden İslam Allahı, pagan tanrısından farklı olarak yaşadığı hayat için insanlıktan hesap soracaktı. İnsanla ve hayatla yakından ilgileniyordu, onu yoktan var etmişti ve onu yargılayacaktı. Eve geldiğimde kafam zırıl zırıl ötüyordu. Nadiren tecrübe ettiğim bir “öğrendiklerini birleştirme” hali yaşıyordum. Plotinus'un, Aristo'nun, Eflatun'un tanrısı ile bizimkinin farkı apaçık açılıyordu kafamda. Milan Kundera’yı yanlış anladığımı fark ettim. Var olmanın dayanılmaz hafifliği dediğinde, varolmanın karşı konulmaz hafifliği değil, varolmanın tahammül edilmez hafifliği demişti o:” unbearable”. Yanılmıştım, ebedi dönüş mitosunu doğru anlamıştı aslında. Eski hayatlarını hatırlamayan insan, bu tek hayattaki davranışlarını bilinçli kararlarla yönetmiyordu. Karşılaştırabileceği eski bir tecrübesi yoktu ve tüm hayatı bu belirsizlik, bu sisperdesi sarmıştı. Hayatı bilinçli kararlar değil tesadüfler yönlendiriyordu. Almanların dediği gibi, “einmal ist keinmal”di; birkere=hiçkere… Tekrarlanabilir görünse de kararlar tek seferlikti, hayattaki önemli kararların çoğunun telafisi yoktu. Sonlu bir hayatı sadece bir sefer yaşayabilen insanın trajedisi… Bilgisayarın başına oturdum, google’da “watchmen” yazarken müslüman olduğuma şükrediyordum. Açılan sayfalarda Jon’un alnındaki sembolün anlamını bulunca önce şaşırdım, sonra tatmin oldum:” hidrojen atomu”.
- ALINTIDIR -
Hayata İyi Seyirler...

23 Aralık 2012 Pazar

"Güneşin Gözyaşları" Nereye Akar???

Bruce Wills'in, Sylvester Stallone'un ve Arnold'ın neden iyi arkadaş olduklarını anlamak zor değil. Üçünün de orta karar "komando" filmlerinden birer tane izleyen biri rahatlıkla bunu anlayabilir. İşte bu orta karar komando filmlerinden birine bir göz atalım.
Tears of the Sun (movie) Members of a Navy SEAL squadron (Paul Francis, Bruce Willis and Nick Chinlund) are sent into Africa on a hazardous rescue mission
2003 yapımı (Güneşin Gözyaşları) "Tears Of the Sun" filminde Waters (Bruce Wills) orduya bağlı bir bir özel tim komutanıdır. Waters ve timi, Nijerya'daki iç savaşın ortasında kalmış Amerikalı Doktor Lena'yı (Monica Belluci'yi) kurtarmakla görevlendirilirler. Helikopterlerle olay mahaline inen tim, Lena'yı binbir zorlukla helikoptere bindirmeyi başarır zira Lena halkından ayrılmak istememektedir. Lena'nın direnişi, sert görünüşlü ama yufka yürekli Waters'ın kalbine dokunur ve Waters, zavallı köylüleri kurtarmak için helikopteri geri döndürür. Durumu komutanlarına bildiren Waters'ı ise beklenmedik bir sürpriz beklemektedir. Waters ve timi, emirlere uymadığı için kaderlerine terk edilir. Tim için Nijerya cehenneminde hayatta kalma mücadelesi başlamıştır.

Filmin yönetmeni "Kral Arthur" ve "Tetikçi"nin (Shooter) de yönetmeni olan Antonie Fuqua.

Filmin "çakma rambo" olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. Senaryosuyla, kurgusuyla, oyunculuklarıyla, dekorlarıyla, ışıklandırmasıyla, kostümleriyle, herşeyiyle tam bir komando filmi.

Bu tür filmleri seviyorsanız, izyleyin. Ya da "Rambo 4"ü tekrar izleyeceğinize bari bu filmi izleyin. (Gerçi bu film Rambo 4'ten çok önce çekilmişti ama neyse) En azından farklı isimli bir film izlemiş olursunuz.

Hayata İyi Seyirler...

22 Aralık 2012 Cumartesi

"Tabanca" Kimleri Vuracak???

Size de olur mu? İçinizden bir ses konuşur, sonra yine içinizden başka bir ses daha konuşur.Sonra bu ikisi kafanızı karşıtırır sonra da sizi çileden çıkarıp "Eeeh yeter be" dedirtirler. İşte size böyle bir sıkıntının içine düşmüş birinin hikayesinin anlatıldığı bir filmden bahsetmek istiyorum.

2005 yapımı "Tabanca"ya (Revolver) bir bakalım. Jake Green (Jason Statham) 7 yıl hücre hapsine mahkum edilmiş bir suçludur. Hapiste geçirdiği 7 yıl boyunca iki yanındaki koğuşlarda kalan biri satranç ustası biri de dolandırıcı olan iki mahkumun eğitiminden geçer. Birbirlerini göremedikleri için sadece kitaplarla eğitim yapan bu üç mahkum bir taraftan da kaçma planları yapmışlardır. Ancak Jake, hayatının kazıklarından birini yemiştir. Çünkü diğer ikisi Jake'i yanlarına almadan kaçmışlardır. Hapishanedeki süresini tamamlayan Jake için ilk amaç,sıfıra inmiş parasını geri kazanmaktır. İyi bir kumarbaz olan Jake için bu hiç zor olmamıştır. Hatta parayı, kendisini içeri attıran Macha adlı mafya babasını kumar masasında soyup soğana çevirerek kazanmıştır. Küçük düşürülmeyi gururuna yediremeyen Macha elbette ki Jake'in peşine bir tetikçi takacaktır. Ama asıl sorun bu değildir. Asıl sorun Jake'in her adımını ön gören bir gücün olması ve ne söylese çıkmasıdır. Bu görünmez güç, Jake'in her adımını kontrol ettiği gibi, Macha'nın ve tetikçisinin de takipçisidir.

Bu kadar uzun bir özete ne gerek vardı demeyin, az bile. Bu film dışarıdan bakıldığında bir mafya, suç ve aksiyon filmi gibi görünebilir. Ama ben psikolojinin ve felsefenin bu kadar derin işlendiği başka bir film görmedim. ("Başka bir mafya filmi" demiyorum, "başka bir film" diyorum dikkatinizi çekerim.)

Film çok karışık. Hatta "kraamkışarık". (Filmin yönetmeni Sherlok Holmes'un yönetmeni Guy Ritchie, oradan anlayın.) Anlamak için bir kaç defa izlemek hepsinde de tam konsantre olmak şart. O yüzden seven çok sever, sevmeyen hiç sevmez, ortası yok. Siz iyisi mi filmi izlemek için sakin bir gün seçin, telefonunuzu kapatın, çocuklarınızı uyutun. Ama mutlaka izleyin. Böyle bir kurguya ve senaryoya her zaman rastlayamzsınız.

Hayata İyi Seyirler...

21 Aralık 2012 Cuma

"2012"de Kıyamet Kopacak Mı???

Bugünün tarihi "21 Aralık 2012" olur da, "2012" filme değinmeden olur mu? Çoğumuza efsane gibi görünse de bazıları bu (sözde) Kıyamet Senayosuna inanmış olacaklar ki bugün bir kaç öğrencimin sınıfta olmadığını farkettim. "Nerede bu gelmeyenler?" diye sorduğumdaysa "Hocam bugün 21 Aralık 2012 ya, annesi göndermemiş." gibi cevaplar aldım. İlginç, değil mi:)))

2009 yılında yayınlanan "2012" adlı filme bir bakalım.  Bir fizik profesörü olan Adrien Helmsley, güneş sistemlerindeki tufanlar yüzünden Dünya'nın çekirdeğinde hızla ısı artışı olduğunu tespit eder. Bu durumun önlenemez olduğunu ve hemen önlem anlınmazsa insan ırkının yok olacağını ön gören Adrien, bu durumu derhal Amerikan Başkanına iletir. Durumu hızla değerlendiren Amerikan Yönetimi başta olmak üzere tüm dünya liderleri "Nuh'un Gemisi"ne benzer gemiler inşa etmeye başlarlar. Tek amaç, hayatta kalmaktır.

Bu tür senaryoların en tipik özelliklerini taşıyan bu "ultra sıradan" filmde, dengesi bozulmuş bir doğa ya da Dünya ve bunu farkeden bir fizikçi, bir Amerikan Başkanı, bir siyasi bir de askeri kurmay grubu, vb ögeler görüyoruz. (Ne de olsa filmin yönetmeni "Yarından Sonra" ve "Independence Day" filmlerinde de imzası bulunan Roland Emmerich)

Filmi izleyin. Tabi yapacak "hiç ama hiç" bir şeyiniz yoksa. E Tabi bir de yarın hala yaşıyor olursanız:)

Hayata İyi Seyirler...

20 Aralık 2012 Perşembe

Bir İnsan "Prestij" İçin Neler Yapabilir???

Şu Christopher Nolan'ın düşük reytingli bir filmini görmek nasip olacak mı bilmiyorum. Beyefendinin her filminin 10 üzerinden 8'in üzerinde olması bir tesadüf olamaz herhalde. Bu olsa olsa adamın bir deha olduğunu gösteriyor. Bu adamın şaheserlerinden birine daha bakalım. Hangisine mi? (The Prestige) Prestij'e...

2006 yapımı filmle 19. Yüzyıl İngiltere'sine doğru şöyle bir uzanalım. Robert (Hugh Jackman) ve Alfred (Christian Bale) iki ünlü sihirbazdırlar. Robert, karısı Olivia ile birlikte muhteşem showlar sergileyen bir ilüzyonistken, Alfred ise gösterişten uzak, ama akıllara durgunluk veren gösteriler yapmaktadır. Ancak her ikisinin de ortak bir özellikleri vardır. İkisi de "1 Numara" olmak istemektedir. Bu hırs, iki sihirbaz arasında ölümüne bir rekabet başlatacaktır. Peki bu rekabette kim ölecek ya da kim sağ kalacaktır? Alfred? Robert? Robert'ın karısı? Alfred'in karısı? Alfred'in çocuğu? Sponsor? Asistanlar? Mühendisler? Hepsi? Hiç biri?

Christopher Priest'ın aynı adlı romanından uyarlanmış olan filmin yapımcısı da yönetmeni de senaristi de Christopher Nolan. E biraz da kardeşi Jonathan Nolan'dan yardım almış.

Filmi izleyin. Hırs denen şey, inatlaşmaya dönüşünce başınıza ne işler açarmış, görün.

Hayata İyi Seyirler... 

19 Aralık 2012 Çarşamba

"The Hobbit: Beklenmedik Yolculuk"a Çıktı...

Y: Aynı yemekten ikinci tabak yemek gibi değildi.
A: Ama aynı aşçının elinden çıktığı belliydi....

Kendimi 10 yaş gençleşmiş hissediyorum. Sanki anavatanıma ziyarete gitmiş gibiyim. Diğer fanlar da benimle aynı hislere sahip olacak ki filmin bazı yerlerinde aynı türden tepkiler duydum. Bir örnek vereyim mi? Mesela Gollum'un ilk görüldüğü sahnede tüm salondan "aaaaaa!!!" diye bir ses geldi. Bütün salon, sanki yıllardır görmediği eski bir arkadaşını görmüş gibiydi. (Sanırım bu konuda daha fazla spoiler vermesem iyi olacak.)

Aragorn'la, Boromir'le ve Legolas'la eşdeğer karizmaya sahip (ama yenik) Cüce Prens Thorin'e bayıldığımı söylemek zorundayım.   

3D özelliğinin filme çok yakıştığını, hatta belki de en çok bu filme yakıştığını belirtmek isterim.

Film, ihtişamından hiç bir şey kaybetmemiş. Hatta fazlası var, eksiği yok.

Ne kadar uçuştuğumun farkındasınızdır. Hislerimi kelimelerle anlatabilmemin bir yolu yok. İyisi mi gidin izleyin. Genç Bilbo'yla tanışın. Çatlayıncaya kadar Goblin görün. Cücelere doyun. Gandalf'la hasret giderin. Elrond'la kucaklaşın. Galadriel'den hediyenizi alın. Orta Dünya'ya doyun. Sonra yolunuza devam edin...

Hayata İyi Seyirler...

17 Aralık 2012 Pazartesi

"Fransız Teğmenin Kadını" Kimdir???

Bugün televizyonda, iki yıl kadar önce okuduğum bir kitabın filmine rastladım. Durur muyum? Hemen izledim tabi.

1981 yapımı "Fransız Teğmenin Kadını" (The French Lieutenant's Woman) adlı filme bir bakalım. 19. İngiltere'sinde geçen hikayede, aristokrat çift Mike ve nişanlısı Ernestina biraz yürüyüşe çıkarlar. Bu sırada deniz kenarında dikilmiş ve ufka dalmış yalnız bir kadın görürler. Ernestina, Mike'a kadının hikayesini anlatır. Fransız Teğmenin Kadını diye anılan ve onun acıklı hikayesi Mike'ın dikkatini çeker. O günden itibaren Mike, Fransız Teğmenin Kadınının etkisinde kalacak ve geri dönülmez bir yola girecektir.

Filmde Fransız Teğmenin Kadınını Meryl Streep ve zavallı Mike'ı da Jeremy Irons oynuyor. Kitabın yazarı ise John Fowles.

Film, tam da kitapta anlatıldığı gibi. En iyi uyarlamanın bile kitaptan daha iyi olamayacağını bilenlerdenim. Ancak bu filmi beğendim. En azından kitabı beğendiğim kadar. Orta derecenin üstünde bir drama olan filmi, tüm aşk acısı çekenlere armağan ediyorum. Özellikle sınıf farkı yüzünden trajediye dönüşen aşkların mağlup kahramanlarına...

Hayata İyi Seyirler...

16 Aralık 2012 Pazar

"Beethoven'ı Anlamak" Kolay Mı???

Bir söylem vardır: "Dahilerin bir tahtası eksik olur" diye. Boşuna söylememişler herhalde. Filmi izlediğimde "Zeki Müren çok küfür edermiş." diye duyduğum günkü şoku tekrar yaşadım.

Neyse ki bu film gerçeklerden ilham alınmış “kurgusal” bir filmmiş.

2006 yapımı “Beethoven'i Anlamak” (Copying Beethoven) adlı filme bir bakalım. Ünlü besteci Beethoven, o meşhur “9. Senfoni” konseri için son hazırlıklarını yapmaya yoğunlaşmış huysuz, pasaklı, saygısız, hatta hödük bir yaşlıdır. Beethoven'ın beyni müzikle ve elleri notalarla doludur. Ama en büyük sorun, Beethoven'ın sağır olmasıdır. Konsere sayılı günler kala, notaların kopyalanması için bir asistan bulur. Anna adlı genç asistan, işe başladığı gün kendini dünyanın en şanslı hissetmektedir. Ancak Emma 'nın hayallerinin yıkılmaya başlaması çok uzun sürmez.

Filmde Beethoven'ı ünlü oyuncu Ed Harris oynuyor. Genç ve sabırlı asistan Emma ise Diane Kruger'la can buluyor.

Filmin festival tadında olduğunu söylemek zorundayım. Ama dakikası dakikasına uymayan insan psikolojisini; insanların değişebileceğini; bir de insanların tuhaf davranışlarındaki asıl bilinç altı sebeplerini çok iyi irdeleyen bir film.

Psikolojik yoğunluğu güçlü filmleri seviyorsanız, mutlaka izleyin. Çünkü en iyi oyunculukları ve en iyi kurguyu burada bulacaksınız.

Hayata İyi Seyirler...

"Özgürlük Yolu" Kaç Bin Kilometre?

Savaşlar pek çok filme konu olur. Ama pek çok filme konu olan birşey daha vardır ki o da savaşlardan kaçıştır. İşte size bunların en güzellerinden biri. Hem de gerçek bir hikayeden ilham alınarak yapılmış çok gerçekçi bir dram.

2010 yapımı "Özgürlük Yolu" (The Way Back) adlı filme bir bakalım. 1941'de 2. Dünya Savaşı sırasında komunizmin hızla yayıldığı S.S.C.B. topraklarının en soğuk yerlerinde, komunizm karşıtı insanlar hapse atılmaktadır. Ancak bu düşünce suçluları çok zor şartlarda yaşamakta, hatta bir çoğu zulme uğramaktadır. Mahkumlardan yedisi bu duruma daha fazla dayanamaz ve bir kaçış planı bile yapmadan oradan kaçarlar. İstikamet, 6500 km uzaklıktaki Hindistan'dır.

Filmdeki mahkumlardan biri Amerikalı mahkum Mister'i canlandıran Ed Harris. Diğeri ise doğuştan katil ve hırsız Valka'yı canlandıran Colin Farrell. Filmin yönetmeni, "Ölü Ozanlar Derneği" ve "The Truman Show"un da yönetmeni olan Peter Weir.

Ben bu tür filmleri çok severim. Bu filmi de çok sevdim. Mutlaka izlemenizi tavsiye ederim.

Hayata İyi Seyirler... 

"Conan" Ne Kadar Barbardı???

Çizgi roman aşıklarının çok iyi tanıdıkları bir kahraman vardır, Barbar Conan. Kimmeryalı Conan mavi gözleriyle, siyah saçlarıyla, talihsiz bir olay yaşadığı çocukluğuyla (babası gözlerinin önünde katledilmiştir.) dünyanın en iyi çeliği olan Türk çeliğinden yapılmış kılıcıyla, Turanlardan öğrendiği okçuluğuyla ve dini inancıyla (Conan, kroma tapar.) efsane bir çizgi romandır. Barbar Conan gerçekten barbardır. İşleri konuşarak halledebilen bir kahraman değildir. Direk girişir.

2011 yapımı “Conan: The Barbarian” adlı filmde Conan karakteri işlenmeye çalışılmış. Ancak “caaanım” hikaye mahvedilmiş. Filmde Conan'ın barbarlığı çok iyi verilmiş. Kılıcını daha çocukluktan itibaren vahşice sallayabilen Conan, büyüdüğünde daha da barbarlaşmış. İnsanlarla, özellikle de kadınlarla, iletişim kuramayan kahramanımız, susturamadığı kadını bağlayarak bir ilke imza atmış. Filmdeki pek çok tuhaflıktan bir kaçına değinelim. Conan, babasını katleden caniyle yıllar sonra dövüşür ve ona yenilir. İnsan azmanı genç Conan'ın, yaşlı bir caniye yenilmesi biraz tuhaf kaçmış. Yani “iyi adam kötü adama önce yenilir, sonra onu yener” kurgusu bu filme hiç uygun değilmiş, Ama maalesef yapılmış. Ha bir de ölümüne koruduğu o safkan kızla birlikte kötü adamlara baskına gitmesi kadar manasız bir şey olamazdı, ama onu da yapmışlar. Ne alemi vardı, o kızın o gemiden geri dönmesinin. Daha bunun gibi ne hikayeler ne hikayeler...

Ben filmi pek beğenmedim. Hatta beğenmedim. Ama yine de siz bilirsiniz.

Hayata İyi Seyirler...

"Bağlanmak Yok" Mu???

Bazen bazı oyuncular için "Okuma yazma bilmiyor mu bunlar, nasıl böyle bir filmde oynamayı kabul eder?" diye sormadan edemiyorum. Star Wars gibi bir efsanede oynamayı başarmış olan Natalie Portman ve Kelebek Etkisi gibi bir şaheserde oynamayı başarmış olan Aston Kutcher, bunlardan ikisi.


Bu ikilinin kazara oynadıklarını umut ettiğim 2011 yapımı "Bağlanmak Yok" (No Strings Attached) filmine kısaca bir bakalım. Kimseye bağlanmak istemeyen Emma ve Adam, tek gecelik ilişki diyerek başladıkları ilişkinin tadına doyamazlar. Ancak her ikisi de bunu birbirlerine itiraf edemezler kalpleriyle beyinleri ayrı telden çalmaya başlar. Özellikle Emma gereksiz yere naz yapmaya başlayınca (sözde) komedi başlar.

Film, komik olmayan espirilerle, abartılı oyunculuklarla, sapık ruhlu insanlarla ve sıradan olaylarla dolu. Yani bildiğiniz, sıradan bir romantik komedi.

Ben tavsiye etmiyorum. Yine de siz bilirsiniz.

Hayata İyi Seyirler...

13 Aralık 2012 Perşembe

"This Is It" Bu Mudur??? Budur!!!

"Michael Jackson'ı nasıl bilirdiniz?" sorusuna "İyi bilirdik" diyenlerdenseniz, tam size göre bir belgeselimiz var. Yanlış duymadınız, film değil belgesel.2009 yılında, MJ'in ölümünden hemen sonra derlenmiş; sinema salonlarında gösterime girmiş, milyonlarca insan tarafından izlenmiş, reytingleri ve hasılatı yüksek bir belgeselden bahsediyorum.

"This Is It" (Budur) adlı belgeselde MJ'in, mesleğine 10 yıl ara verdikten sonra yeniden sahnelere dönüş hikayesini anlatılıyor. MJ, o aralar arka arkaya vereceği 50 konserlik turnesi için gece gündüz ama sessiz sedasız hazırlanıyordu. Ancak "This Is It" adlı turneye 8 gün kala ölmesiyle sonlanan turnenin provaları şans eseri kaydedilmişti. Hem de ne için mi? Arşivlenmek için. Peki sonra ne oldu? Bu çok ani ölümün ardından, son rötuşları atılmakta olan konserlerin en can alıcı kareleri birleştirildi ve aynı adlı filme dönüştürüldü. Böylece arşivlerde çürüyeceği beklenen öylesine yapılmış çekimler, milyonlara ulaştı. 

Filmi izlediğinizde, zavallı Michael'in nasıl olup da öldüğünü kolayca anlayabilirsiniz. Sağlığının git gide bozulduğu çıplak gözle bile görülebiliyor. İlk haftalarda son derece enerjik ve istekli olan MJ, son haftalara girildiğinde çok temkinli ve tedbirli, ve hatta yer yer tedirgin olmaya başlıyor. Bunu özellikle "Thriller"ın kostümlü provalarında olmak üzere, bir kaç şarkıda daha kolayca görebilirsiniz.     

Dansı, müziği, MJ'i, nezaketi, soğuk kanlılığı ve özellikle "sevgi"yi seviyorsanız, bu ölü doğmuş muhteşem prodüksiyonu mutlaka izleyin. Pişman olmazsınız.

Hayata İyi Seyirler...

"Ted" Sadece bir Oyuncak Ayı Mı???

8 yaşında bir çocuk yılbaşında nasıl bir dilek dileyebilir? Elbette ki oyuncaklarla ilgili bir dilek isteyebilir.

İşte 2012 yapımı “Ted” adlı filmde bir çocuğun tuttuğu dileği ve devamında gelişen olayları izliyoruz. Filmimize bir bakalım. John, 8 yaşındayken yılbaşı dileğinde çok sevdiği oyucak ayısının canlanmasını ister. Ve dileği gerçek olur. Ted, canlanır. O günden itibaren John ve Ted, tüm zamanlarını birlikte geçirmeye başlarlar. Ama bir sorun vardır. John büyür, Ted de büyür. Ama kontrolsüzce ve ayarsızca büyür. Ted'de her yol vardır; küfür, içki, uyuşturucu madde, önüne gelen kadınla cinsel ilişki... 35 yaşındaki John ise bu durumdan hiçbir rahatsızlık duymamaktadır. Ted'in bu ahlak dışı yaşamı, John'ın kız arkadaşını iyice delirtip dayanılmaz bir hal alınca, John ve Ted yollarını ayırma aşamasına gelirler. Peki sonra neler olacaktır? Gerisini filmi izleyerek görebilirsiniz.

Filmin başrolünde Mark Wahlberg ve Mila Kunis oynuyorlar. Filmin yönetmeni ise ünlü çizgi dizi “Johnny Bravo”nun da yazarı olan Seth MacFarlene.

Maalesef Ted, yüksek reytinglerine rağmen, size tavsiye edebileceğim bir film değil. Fantastik bir senaryo, iyi bir kurgu, ama başrolde oynayan o sevimli oyuncak ayıya rağmen +18 bir film. Siz en iyisi başka bir film izleyin.

Hayata İyi Seyirler...

"Koruyucu" Kimi Koruyor???

Jason Statham filmlerinin genel grup özelliği vardır. Mesela edebi yönü güçlü değildir. Yani deyimlerden, atasözlerinden ya da hayatınızı değiştirecek tespitlerden büyük oranda yoksundur. Filmler size pek birşey katmaz. Muhteşem oyunculuklar yoktur. Komplike kurgular yoktur. İyi adamlar vardır, kötü adamlar vardır, hainler vardır ve bütün filmlerin sonunda iyi adamlar kazanır, kötü adamlar kaybeder, hainler ölür. Ama seyrine doyum olmayan dövüş, aksiyon ve takip sahnelerine bol bol yer verilir. Film bittiğinde eliniz boş, gönlünüz hoş bir şekilde tv'yi kapatırsınız.

Gelin 2012 yapımı "Koruyucu" (Safe) adlı filmi de bunlara ekleyelim. Konusu mu? Çocuk yaştaki deha bir Çinli kızı, kötü adamlardan korumak zorunda kalan, intiharın eşiğindeki eski bir polis. Bu kadar.

Yanlış anlaşılmasın, ben Jason Stathom'ı çok severim. Ama bir aktörün 15 yıl boyunca aynı rolü oynaması bana tuhaf gelmeye başladı. İnşallah beyefendi bundan sonra daha farklı senaryolara evet der.

Hayata İyi Seyirler...

9 Aralık 2012 Pazar

"Gizemli Nehir"deki Gizem Ne???

Ve işte bir Clint Eastwood filmi daha. 2003 yapımı "Gizemli Nehir" (Mystic River). Ama bu kez gerçek bir hikayeden değil, Dennis Lehane'nin romanından uyarlama bir film. Bakalım bize ne anlatıyor?

Jimmy, Sean ve Dave üç çocukluk arkadaşıdırlar. Bu üç arkadaş bir gün mahallede oyun oynarken, yeni beton atılan bir kaldırım görürler ve çocukça bir hisle betona isimlerini yazmaya başlarlar. Bu sırada iki adam onları görür ve aba altından sopa gösterirler. Sonra da Dave'i arabaya bindirip kimseye hissettirmeden kaçırırlar. Jimmy ve Sean arabanın arkasından bakakalırlar. Dave tam dört gün sonra salıverilir. Ancak o artık kalbi boşaltılmış, adeta yaşayan bir ölüye dönüşmüştür. Aradan 25 yıl geçer. Jimmy'nin (Sean Pean) 19 yaşındaki kızının öldürülmesi sonucu üç arkadaş'ın yolları yeniden kesişecektir. Çünkü Sean (Kevin Bacon) olayı incelemekle görevlendirilmiş bir polistir, Dave (Tim Robbins) de kızın en son görüldüğü barda bulunan müşteriler listesindedir.

Filmde bir çok ünlüyü bir arada görüyoruz. Oyunculukların hepsi de birbirinden başarılı. Filmin sürprizli sonu da tatmin edici düzeyde.

Filmin reytingleri çok yüksek. Kıyaslama açısından söylüyorum. Benzer bir senaryoya sahip olan “Sleepers” (Suskunlar) kadar muhteşem değil ama yine de iyi. Tıpkı bir Agatha Christie romanı gibi. Ya da en iyisi izleyin, kendiniz karar verin.
Hayata İyi Seyirler...

"Iwo Jima'dan Mektuplar" Okuyalım Mı???

Clint Eastwood'u çok severim. Ama onun yönettiği filmleri izlerken ileri sarmaktan kendimi alamıyorum. Bu filmlerden biri de (yüksek reytinglerine rağmen) 2006  yapımı "Letters from Iwo Jima" (Iwo Jima'dan Mektuplar)

Filmimize bir bakalım. 2. Dünya Savaşı esnasında Japon İmparatorluğuna ait olan Iwo Jima Adası muhtemel bir Amerikan saldırısına uğrayacaktır. Bu sebeple General Kuribayashi, adanın savunması için görevlendirilir. Adaya gelir gelmez işe koyulan General, diğer subayların ve assubayların erlere karşı tutumlarından pek hoşnut kalmaz. Aynı zamanda uygulamaya çalıştıkları stratejileri de hatalı bulur ve kendi düzenini kurmaya çalışır. Sonuçta savaş kapıya dayanır ve Amerikan Donanması ufukta görünür. Ancak general bu savaş boyunca Amerikalılardan çok, emirlere uymayan askerlerle ve Harakiri yapan askerlerle mücadele etmek zorunda kalır.

Gerçek hikayeden alıntı bu film, 2005'te Iwo Jima Adasında yapılan kazı çalışmalarında ortaya çıkan Japon askerlerinin mektuplarından elde edilen bilgilere dayanarak çekilmiş. Ayrıca tam bir Clint Eastwood klasiği. Yani hareketli yerleri çok haretli, sakin yerleri çok sakin, gizemli yerleri çok gizemli.

Filmin reytingleri çok yüksek, ama biraz sıkıcı. Tarihi yüzlerce büyük savaşla ve binlerce kahramanlık hikayesiyle dolu bizler için çok sıradan bir hikaye. Üstelik başı sıkıştıkça Harakiri yapan (yani intihar eden) askerlere empati yapmanın imkanı yok.

Ben tavsiye etmiyorum. Ama siz bilirsiniz.

Hayata İyi Seyirler...

8 Aralık 2012 Cumartesi

"Başka Dilde Aşk" Yaşamaya Ne Dersiniz???

İstanbul'un arka sokaklarında yaşanan "küçük çaplı büyük aşk hikayeleri"nin anlatıldığı filmlerin sayısı her geçen gün artıyor. Bunlardan biri de 2009 yapımı "Başka Dilde Aşk" adlı film. Filmimize kısaca bir göz atalım.

Onur, doğuştan işitme engelli bir gençtir. Babası Onur'un (Mert Fırat) bu durumunu kabullenememiş, Onur'u annesi büyütmüştür. Çıkardığı sesler yüzünden insaların acıklı bakışlarına maruz kalan Onur, susmayı tercih etmiştir. Bir arkadaşının nişan töreninde karşılaşan Onur ve Zeynep (Saadet Aksoy) küçük çaplı tanışırlar. Onur'un bu özel durumundan pek de rahatsızlık duymayan Zeynep ve Onur arasında tatlı bir aşk başlar. Peki bu aşkın sonu ne olacaktır? Film mutlu sonla mı bitecek yoksa yaşanacak sorunlar çiftimizi ayıracak mıdır?

"İncir Reçeli"ni sevdiyseniz, bu filmi de seversiniz. Çünkü "Başka Dilde Aşk" da o filmin bir benzeri. Hatta dengi. Ne bir eksik, ne bir fazla. İzleyin, vakit geçirmiş olun.

Hayata İyi Seyirler...

Acaba "Benim Adım Sam" Mi???

Çok duygusal biri olduğum söylenemez, ama içimdeki merhamet duygusu her zaman çok baskın olmuştur. Bu yüzden çevremdeki engelli insanlara karşı hep bir yakınlık duymuşumdur. Engelli insanların binlerce sorununun olduğunu bilirim, ama böylesiyle hiç karşılaşmamıştım.

2001 yapımı "Benim Adım Sam" (I am Sam) adlı filmden bahsediyorum. Filmimize bir göz atalım. Bir cafede garson olarak çalışan zihinsel engelli Sam, iyi niyetli, güler yüzlü, çalışkan biridir. Sam'in hayatı son derece düzenli ve durağandır. Kendisi gibi olan diğer arkadaşlarıyla  her ay buluşup video izler ve hayran oldukları Beatles'tan konuşurlar. Sam'in hayatı, evlilik dışı bir ilişkiden olan Lucy'nin doğmasıyla birden bire değişir. Çünkü Lucy'nin annesi, bebeği doğurur doğurmaz Sam'a bırakıp kaçar. Kucağındaki bebekle ne yapacağını şaşıran Sam, bir kaç dostun yardımıyla Lucy'yi 6 yaşına kadar getirmeyi başarır. Ne zaman ki küçük Lucy, sosyal hizmetler tarafından Sam'in elinden alınır, Sam'in velayet mücadelesi başlar. Sam'in bu iş için bulacağı avukat, henüz hiç bir davayı kaybetmemiş, materyalist dünyanın tipik bir kadını olan Rita olacaktır. Peki, Sam kızının velayetini alabilecek midir? Yoksa hakim duygularına göre değil, mantığına göre mi karar verecektir?

Film, Hollywood'un gelmiş geçmiş en dramatik filmlerinden. Sam'i canlandıran Sean Pean'in performansı muhteşem. Avukat rolünde izlediğimiz Michelle Pfeifer da oldukça başarılı.

Hayattan hemen umudunuzu kesen biriyseniz, sabırsız biriyseniz ya da çok yakınınızda Sam gibi biri varsa mendillerinizi hazırlayın ve filmi izleyin. Çıkaracağınız çok der bulabilirsiniz.

Hayata İyi Seyirler...

"Hayatın Benim" Değilse, Kimin???

O bir cebir sever... O bir az konuşur, çok iş görür... O bir zor aşık olur, zor unutur... O... O... O...  Angelinaaaa Jolieeee...

Hanımefendiyi bu kez yine bu özellikleri taşıyan 2004 yapımı "Hayatın Benim" (Taking Lives) adlı filmde görüyoruz. Filmimize bir bakalım: 1980'lerde, 10 yıldır ortada görünmeyen Martin Asher diye bilinen bir seri katilin yeniden hortladığını farkeden bir polis ekibi, ellerinde hiç bir delilin bulunmadığını ancak yeni cinayetler işlenmeden önce yardım almak zorunda olduğunu hisseder. Ekipteki bazı polislerin itirazlarına rağmen FBI Ajanı Illeana Scott'tan (Anjelina Jolie) yardım istenir. Ajan Scott, teklifi kabul eder ve ekibe dahil olur. Tam o sıralarda bir kişi daha katledilir. Ancak bu kez ortada bir tanık vardır: Asıl işi ressamlık olan Costa (Eathen Hawk), katili gördüğünü ve maktule yardım etmeye çalıştığını anlatır. Ekip, Costa'yı hemen zanlı listesine alır. Ancak bulunan deliller birleştirildiğinde caninin Costa olmadığı anlaşılır. Ressam olan Costa, caninin, soruşturmaya yardım edeceğini düşündüğü bir resmini çizer. Scott liderliğindeki ekip, bir taraftan katili ararken, diğer taraftan şaşkına dönmüş ve korkmuş olan Costa'nın güvenliğini sağlamak zorundadır.           

Michael Pye'ın aynı adlı romanından uyarlama filmin reytingleri çok yüksek değil. Bunun en önemli sebebinin her iki başrol oyuncusunun da yer yer zayıf oyunculuk sergilediğinden olduğunu düşünüyorum. Zorlama jest ve mimikleri ve suni bakışları, her iki oyuncuyu da amatör oyuncular gibi göstermiş. Düşük reytinglerin bir başka önemli sebebi olarak da, alt yapısı güçlü ama sonu belli bir romandan uyarlama bir film olması sayılabilir.

Maalesef filmi yürekten tavsiye edemeyeceğim. Gerilim seviyorsanız idare eder ama benim gibi çok film izleyen biriyseniz, eleştirecek çok şey bulabilirsiniz. Yine de siz bilirsiniz.

Hayata İyi Seyirler...  

6 Aralık 2012 Perşembe

"Öteki Dünya"ya Gidip Gelmek İster Miydiniz?

Ölümden sonra hayat, gidip geri gelmek, gaybten haberler almak, vb pek çok kişi tarafından merak edilen şeylerdir. Bu tür merakları suistimal eden binlerce insan görebilirsiniz. Ama karşınıza ya gerçekten de ölülerle konuşabilen biri çıkarsa ne yaparsınız?

2010 yapımı “Öteki Dünya” (Hereafter) adlı film, bize üç ayrı insanın hikayesinin anlatıldığı fantastik bir hikaye sunuyor. Filmimize bir bakalım.
1)Marie, bir iş gezisi için gittiği egzotik bir ülkede alışveriş yaparken korkunç bir tsunaminin ardından son anda ölmekten kurtarılmış gazeteci bir kadındır.
2)Marcus, alkolik bir annenin ikiz çocuklarından biridir. Talihsiz bir kaza sonucu ikizini kaybeden küçük Marcus, rahmetli kardeşinden bir haber almak umuduyla medyumları gezmeye başlar.
3) George ise ölülerle konuşabilen eski ve içe kapanık bir medyumdur. Medyumluğu bırakmıştır, çünkü başkalarının hayatlarını izlemekten kendi hayatını yaşayamaz olmuştur. Kendine yeni bir hobi edinmeye çalışan George, aşçılık kursunda tanıştığı kızın (George'un medyum olduğunu anladıktan sonra) kendini terketmesinden sonra yine içe kapanır.
Bu üç manik depresif insanın hayatı, tuhaf bir şekilde kesişecektir.

Filmin başındaki Tsunami sahnesi muhteşem. O kadar ki filme “En İyi Görsel Efekt Dalında Oscar” hediye etti. Ancak başlangıcı bu denli muhteşem olan bir filmin devamı, fazlasıyla sıradan ve durağan. Hatta bazen sıkılıp ileri sarabiliyorsunuz. Neyse ki filmin sonu güzel. Yine de sonunu anlayabilmeniz için, Medyum George'lu sahnelerin hepsini izlemeniz gerekiyor.

Filmde Medyum George'u Matt Damon oynuyor ki ben bu rolü beyefendiye pek yakıştıramadım. Zaten tsunami sahneleri olmasaydı, bir de o rolü Matt Damon değil de tanınmamış bir aktör oynamış olsaydı film, tam bir festival filmine dönerdi. Filmin yönetmeni ise kim olsa beğenirsiniz: Clint EastWood.

Ben filmi pek tavsiye edemiyorum. Sadece girişteki 10 dakikasını izleyin kapatın derim, ama yine de siz bilirsiniz.

Hayata İyi Seyirler...

"Asılsız Haber" Okuyalım Mı???

Bir dergiyi elinize aldığınızda o dergiden beklentiniz nedir? Renkli olması? Popüler olması? Eğlenceli olması? Yoksa en azından "dürüstçe" yazılmış olması...

İşte 2003 yapımı "Asılsız Haber" (Shattered Glass), okuyucusuna bunların hepsini birden vermeye çalışmış ama başaramamış bir derginin hikayesini anlatıyor. Gelin bu derginin hikayesine bir bakalım. "The New Republic", Amerika'daki yüzlerce prestijli dergiden biridir. Ama The New Republic'i diğerlerinden ayıran özelliği, derginin "Başkanın uçağında okunan tek dergi" diye ün salmış olmasıdır. Stephen Glass, dergiye yeni girmiş ve girer girmez herkesin sevgilisi olmuş bebek yüzlü bir yazardır. Ancak gözünü yükseğe dikmiş bu hırslı yazar, hızla zirveye ulaşmak için kestirme bir bulmuştur. Stephen, 41 yazısının 27'sininde kısmen ya da tamamen oynamalar yapmıştır. Hiç katılmadığı toplantılarla ilgili yorumlar yapmış, sayıları şişirmiş, var olmayan şirketlere savaş açmış, olayları süsleyip eğlenceli hale getirmiş, kısacası herkesi ayakta uyutmuştur. Yalan söylemeyi alışkanlık haline getirmiş olan Stephen, bunun bir şekilde farkedilmeye başlanmasıyla gözden düşmeyi gururuna yediremeyecek ve paçayı kurtarmak için amansız bir mücadeleye girişecektir.

Filmin senaryosu ilginç, ancak kurgusu çok daha güzel. Fakat filmin bir kurgusunun olduğunu, ancak filmin sonunda görebiliyorsunuz. Tıpkı "Not Defteri" (Notebook) filminde olduğu gibi.

Gerçek bir hikayeden alıntı bu ilginç filmin başrolünde Hayden Christensen oynuyor. Filmin yönetmeni "Açlık Oyunları"nın görüntü yönetmeni olan Billy Ray'i görüyoruz.

Filmi izleyin, empati yapın. Umarım Stephen'la değil, diğerleriyle daha kolay empati kurarsınız.

Hayata İyi Seyirler...     

5 Aralık 2012 Çarşamba

"İhtiras Rüzgarları" Essin Mi???

“Brad Pitt'i ilk nereden hatırlıyorsunuz?” diye sorsam, eminim bir çok kişi “İhtiras Rüzgarları”ndan (Legends of The Fall) hatırladığını söyler. Çünkü bu film, beyefendinin yıldızının parlamaya başladığı ilk filmlerden.

1994 yapımı İhtiras Rüzgarları'na bir bakalım. William Lodlow, emekli bir albaydır. Çeşitli sebeplerden dolayı hükümete kızgın ve küskündür. Yerlilerden (kızılderililer) oluşan birkaç çalışan ve üç oğlu ile birlikte bir sığır çiftliğinde yaşamaktadır. Oğlanların en büyüğü olan Albert, şehir hayatına alışık, vatana millete faydalı, efendi biridir. Ortanca olan Tristan (Brad Pitt) ise agresif ve asi bir tabiata sahiptir. Arasında büyüdüğü yerlilerin dinginlik özelliklerinden pek nasibini alamamış bir kişiliktir. Herşeye rağmen babasının gözdesidir. Küçük oğlan Samuel ise iki abisi tarafından korunup kollanarak büyümüş, hayatın zorluklarından pek haberi olmayan biridir. Bu üç genç kardeşin hayatları, Samuel'in eve bir gelin adayı getirmesiyle kabusa dönecektir. Zira kardeşlerin üçü de aynı kadına aşık olacaktır.

Filmde baba rolünü Antony Hopkins oynuyor. Beyefendi bize “oyunculuk dediğin böyle olur” dedirtiyor. Filmin esas kızı Julia Ormond iken, filmin yönetmen koltuğunda “Aşık Shakespeare” (Shakespeare in Love) ın yapımcısı Edward Zwick oturuyor.

Bu unutulmaz klasiği daha önce izlemediyseniz, şimdi izleyin. Brad Pitt'in oyunculuğunun gençliğinde de ne kadar güçlü olduğunu görün.

Hayata İyi Seyirler...