30 Kasım 2012 Cuma

Bir "Aşk Doktoru"na Görünmek İster Misiniz???

Hiç platonik aşk yaşadığınız oldu mu? Aşkınızdan (tabir-i caizse) geberdiğiniz? Peki bir çözüm bulabildiniz mi? İşte bu durumdaki zavallı erkeklerin derdine bir çare bulan “Aşk Doktoru” (Hitch), tam sizi anlatan bir film.

2005 yapımı filmimize bir bakalım. Alex, çöpçatanlığı meslek edinmiş genç, yakışıklı ve işinde başarılı bir adamdır. Hayatını, hoşlandıkları kadınlarla tanışmayı bir türlü başaramayan ya da tanışsa bile açılamayan çekingen erkeklere yol göstererek kazanır. İşinde öyle başarılıdır ki genç güzel ve zengin Allegra ile şişman, gözlüklü ve sakar Albert arasında bile çöçatanlık yapmaktan çekinmez. Kendisi ise aşktan uzak bir hayat yaşamayı tercih etmektedir ve kafası sakindir. Ta ki Sarah ile tanışana kadar.

Filmin başrolünde hazmı kolay filmlerin adamı Will Smith'i izliyoruz. Kendisine ise Eva Mendes eşlik ediyor.

Hiç romantik komedi izlemeyen ben bile filmi severek ve gülerek izledim. Filmde önyargılı kadınlar ve çekingen erkekler için çıkarılacak çok ders var. Filmi izleyin, feyz alın.

Hayata İyi Seyirler...

29 Kasım 2012 Perşembe

"Zindan Adası"ndaki Gizem Ne???

"Cebir" aşığı bir başka oyuncu da Leonardo Di Caprio olsa gerek. (Daha önce Angelina Jolie ile ilgili olarak Cebir Aşığı yorumunu yapmıştım.) Kendisini sıradan bir senaryoda izlemenin imkanı yok. Ne kadar karışık film var, hepsini bulup çıkarıyor. Ama nasıl oluyorsa hepsi de çok iyi filmler  oluyor.

Beyefendiyi yine karman çorman bir şaheserde, 2011 yapımı "Zindan Adası" (Shutter Island) adlı filmde izledik. Filmimize bir bakalım. Zeki ve başarılı bir polis şefi olan Teddy Daniels, Zindan Adasındaki Ashecliffe Akıl Hastanesinde yatmakta olan bir akıl hastasının ortadan kaybolması meselesiyle ilgili olarak görevlendirilir. Şef Teddy, bulantılı bir gemi yolculuğundan sonra gizemli ve depresif bir yer olan Zindan Adasına ulaşır. Bir akıl hastasının, böylesine korunaklı bir yerden nasıl kaçtığı sorusu, Teddy'nin aklını daha ilk dakikalardan karıştırır. Teddy, hemen işe girişir. Mıntıkayı gezer, personeli sorgular, diğer hastaları inceler, vb. konuyla ilgili ipuçları yakalamaya çalışır. Ancak arşivleri deşmesine izin verilmeyen Teddy, bir de elektrik kesilmesi sonucu başka hastaların da kaçtığını öğrenince, herkesten şüphe etmeye başlar.

Filmin yazarı Avatar'ın yapımcılarından olan Laeta Kaedridis. Bu denli güçlü bir filmin bir roman uyarlaması olduğunu söylemeye gerek yok herhalde. Hem de kitabın yazarı, "Gizemli Nehir" (Mystic River)ın da yazarı olan Dennis Lehane.

Gizemli devam edip sürprizli biten film gerçekten çok güzel. Filmi mutlaka izleyin. Ama kafanız sakinken, cep telefonunuz kapalıyken ve çocuklarınız uyurken. Zira bu gizlemli filmi anlamak, başka türlü pek mümkün gözükmüyor.

Hayata İyi Seyirler... 

28 Kasım 2012 Çarşamba

"Başkanın Adamları" Skandalı Gizleyebilecek Mi???

Roman uyarlamalarını çok sevdiğimi daha önce söylemiştim. Romanla hiç bağdaşmasa bile bu tür filmler çok güçlü oluyor. İşte size Larry Beinhart nın yazdığı “Amerikan Kahramanı” (American Hero) adlı romandan uyarlama bir film.

1997 yapımı “Başkanın Adamları” (Wag The Dog). Filmimize bir bakalım. Başkanlık seçimlerine 2 hafta kala en güçlü başkan adayının (ki kendisi aynı zamanda mevcut başkandır) genç bir Ateş Böceği Kızla yasak ilişki yaşadığı ortaya çıkar. Seçim kampanyası bir anda alt üst olan başkanın imdadına danışmanı (daha doğrusu akıl hocası) Conrad Brean (Robert De Niro) yetişir. Conrad'ın, bu durumu örtbas etmek için gündem değiştirmekten başka çaresi yoktur. Conrad, halka “suni bir savaş” sunmak zorundadır. Ancak bunun 2 hafta boyunca kamu oyunu meşgul edebilmesi ve yeterince gerçekçi olabilmesi için profesyonel bir yapımcıdan yardım almak zorundadır. Bunun için ilk çaldığı kapı ise Stanley Motts'un (Dustin Hoffman) kapısıdır. İki kurt güçlerini birleştirirler ve 2 hafta sürecek “asparagas maratonu” başlar.

Bu tür durumlara artık öyle çok rastlıyoruz ki bu insanlara bir ünvan bile verildi: “Gündem Mühendisleri”. Bu yüzden "Başkanın Adamları" yurdum insanı için biraz sıradan gelebilir.

Film gerçekten başarılı. Zayıf gördüğüm yerleri de yok değil, ama kurgu dahice. İzleyin, Ana Haber Bültenini mi izliyoruz yoksa, film mi izliyoruz, karıştırın.

Hayata İyi Seyirler...

27 Kasım 2012 Salı

"Iron Man 3" Geliyor Mu???

Piyasanın en iyi filmlerinin çizgi roman uyarlamalarının arasından çıktığını daha önce söylemiştik. Bu tür filmler her yönüyle en iddialı ve seyir keyfi en yüksek filmler oluyolar. Bunlardan biri de “Demir Adam” (Iron Man) serisi. Gelin filmlere şöyle bir bakalım.

Tony Stark - Iron Man
Serinin 2008 yapımı birinci filminde babasının dehasını aynen taşıyan mucit Tony Stark, yeni icat ettiği silahını tanıtmak için gittiği Afganistan'da, teröristler tarafından esir alınmıştı. Teröristler Stark'ı köhne bir labaratuvara kapatıp çok güçlü bir silah icat etmesi için tehtit etmişlerdi. Ancak Tony Stark, o labaratuvarda kendine demirden bir zırh yapmış, zırha roketler bağlamış. Sonra da bu zırhla oradan kaçmayı başarmıştı. İşte Demir Adam'ın başlangıcı böyle olmuştu.


iron man 2
Serinin 2010 yapımı ikinci filminde Tony Stark'ın egoları tavan yapmıştı. Ayrıca basından, kamuoyundan ve hükümetten baskı gören Stark, teknolojilerini askeriyeyle paylaşmaya zorlanmıştı. Bu paylaşım sonrası malum teknolojinin kötüye kullanılması sonucu işler sarpa sarmıştı. Bu işin içinden tek başına çıkamayan Ironman'i bu zor durumdan kurtarmak ise James Rhodes'a düşmüştü. James Rhodes adlı siyahi subay, başka bir Demiradam zırhı giymiş ve olayın seyrini değiştirmişti.
Mandarin

İşte size asıl bir haber. “Iron Man 3” geliyor. Yapımcılar, duracak değiller ya. Serinin 2013 ortalarına doğru (Mart – Mayıs arası) gösterime girecek olan filminde, tüm varlığı (özellikle labaratuvarları, teknik donanımı, vb diye tahmin ediyorum) yok edilen Tony Stark'ın küllerinden doğuş hikayesini izleyeceğiz. Bu kez Demir Adam'ın düşmanı, gelmiş geçmiş en büyük düşmanı olacak olan Mandarin olacak. 10 parmağında 10 yüzük olan, her yüzükte bir kötülük yapan Mandarin, Demir Adam'a hayatı dar edecek. Robert Downey Jr'ın canlandırdığı Demir Adam'ın karşısında bu kez Mandarin'i canlandıran Ben Kingsley duracak.

Kimliğini gizlemeyen, yüzünü maskelemeyen, hatta herkesçe tanınan popüler bir süper kahraman olan Tony Stark karakteri, en az Demir Adam kadar gösterişli ve görkemli bir karakterdir. 

Çizgi roman severlerin severek takip ettikleri Demir Adam serüvenlerinin üçüncüsünü ben de sizler gibi merakla bekleyeceğim.

Hayata İyi Seyirler...

26 Kasım 2012 Pazartesi

"Zamana Karşı" Yarış Kazanılabilecek Mi???

Kolunuzda bir saat olsa, ne kadar ömrünüz kaldığını gösterse ve hayattaki tek sermayeniz kalan saatleriniz ve dakikalarınız olsa ne yaparsınız???

2011 yapımı “In Time” (Zamana Karşı) adlı film, bize böyle bir dünyayı anlatıyor. Size senaryoyu anlatabilmem için önce kurgudan biraz bahsetsem iyi olacak. Gelecek zamanda geçen fantastik ve bilim kurgu türü hikayede, yaşam sistemi tamamen değişmiş vaziyettedir. İnsan ömrü suni olarak 25 yılla sınırlandırılmış olup, 25 yaşına gelen ve ekstra zamana sahip olmayan herkes ölmektedir. En yaşlı insan bile 25 yaş görünümündedir. Herkes kolunda 00 - 24 – 12 – 52 – 24 (25 yıl) şeklinde geri sayım ekranıyla doğar. İnsanlar bileklerini birbirlerine temas ettirerek ya da zaman yükleyicileri bileklerine koyarak zaman transferi yaparlar. Her türlü alışveriş, hediyeleşme, kredi çekme, hırsızlık, vb bu şekilde yapılmaktadır. Yani tek para birimi “zaman”dır.

Gelelim senaryoya. İşte böyle bir dünyanın varoş semtlerinde doğup büyümüş olan Will Salas, kıt kanaat sahip olduğu ekstra dakikalarla hayatını sürdürmeye çalışmaktadır. Bir akşam Will'in takıldığı mekanı “Dakika Adamlar” basar ve “120 yıl”ı olan bir adamın zamanlarını çalmaya kalkarlar. Will ise bu adamı kaderine terkedecek biri değildir. Canını ortaya koyup o adamı oradan kaçırır ve onu sabaha kadar güvenli bir yerde saklar. O adam ertesi sabah kolundaki tüm zamanı Will'e transfer ettikten sonra intihar eder. Adamın ölümüyle ilgili tek şüpheli ise Will'dir. Annesini de babasını da bu vahşi sisteme kurban vermiş olan Will'in ise, bu gidişe bir dur demek için yıllarca beklediği fırsat, kolundan yansıyan 130 yıldır.

Filmde Will Salas'ı Justin Timberlake oynuyor. Will'in peşindeki zaman polisini Cillian Murphy canlandırırken, Will Salas'ın zengin kız arkadaşı rolünde Justin'e Amanda Seyfried eşlik ediyor. Filmin yönetmeni ise “Simone, Terminal, Truman Show, Savaş Tanrısı” gibi pek çok filmde imzası bulunan Andrew Niccol'u görüyoruz.

Vahşi kapitalizmi çok farklı bir yolla eleştiren filmi izleyin. Kurgusu güçlü, senaryosu sıradan bir film. Ancak filmin bir dakikasından bile sıkılmayacağınıza eminim.

Hayata İyi Seyirler...

25 Kasım 2012 Pazar

"Thor" Asgard'a Dönebilecek Mi???

Dünyada yakışıklılığıyla ünlü kaç tane süper kahraman var? Ya da şöyle söyleyeyim: Sarışın tanrı. Hepiniz anladınız kimden bahsettiğimi: THOR.

İskandinav Mitolojisinin en güçlü tanrısı olan Thor, aynı zamanda çizgi roman dünyasının gözde en gözde kahramanlarından biridir. Çekiçli (mjolnir'li) kahramanın serüvenleri yıllarca sürmüş, çizgi roman severler tarafından büyük beğeniyle takip edilmiştir. Bu denli güçlü bir hikaye, elbette ki beyaz perdede de kendine yer bulmuştur.

2011 yapımı "Thor"a bir de yakından bakalım. Yaşadığı gezegende tanrı-kral olarak hayat süren Odin'in oğlu Thor, tıpkı babası gibi tanrısal özelliklere sahip olmakla birlikte güçlü bir savaşçı ve itibarlı gençtir. Ancak Asgard'lı Odin'in Jotunhein'lılarla zar zor sağladığı barışı, Thor, kardeşi Loki ve bir kaç arkadaşı bir çırpıda bozuverirler. Bu duruma çok sinirlnen Odin ve kendini savunmaya kalkan Thor arasında yaşanan gerginlik sonrası Kral Odin, oğlunun tanrısal güçlerini elinden alır ve Thor'u Dünya'ya sürgüne gönderir. Kendini sıradan bir insan olarak Dünya'da bulan Thor, sudan çıkmış balığa döner. Bu sırada yaşlı Odin rahatsızlanır ve koltuğa kendinin üvey evlat olduğunu yeni öğrenen Loki geçer. Loki'nin yüzleştiği gerçekler ve koltuk sevdası, Thor için zor günlerin başlamasına sebep olacaktır.

Film iyi başlamış, zayıf devam etmiş ve orta karar sonuçlanmış bir film. Hele Thor'un Dünya'daki hali, tam bir "Keloğlan Aramızda" klasiği. 

Filmde Thor'u Chris Hemsworth canlandırıyor. Thor'un babası Odin'e Antony Hopkins hayat verirken, Dünya gezegenindeki Jane Foster karakterini Natalie Portman oynuyor. Filmimiz sinemalarda 3D olarak gösterilen ilk filmlerden. Filmin yönetmeni Kenneth Branagh.
     
Filmi, aranızı iyi tutmaya çalıştığınız liseli oğlunuzla rahatlıkla izleyebilirsiniz. Yine de oğlunuza "Çekiç"i elinden alınmış bir adamın da hayatta başarılı olabildiğini dikte etmeye çalışmayın.

Hayata İyi Seyirler...
  

22 Kasım 2012 Perşembe

"Gerçeğe Çağrı"ları Kıyaslayalım mı?

Sinema sektörü her 10 senede bir çağ atlıyor. '70'leri filmleri 60'lardan, 80'lerin filmleri 70'lerden, 90'ların filmleri 80'lerden daha farklı. Milenyum'un filmleri ise gerçeten bambaşka. Bu kıyaslamayı en rahat, reprodüksiyonlarda (yeniden çekilen filmlerde) görüyoruz. Gelin sizinle 1990 ve 2012 yapımı "Gerçeğe Çağrı" (Total Recall) filmlerine bir bakalım.

1990 yapımı "Gerçeğe Çağrı"filminde, Douglas Quaid adlı karakterin hikayesini çok güçlü bir kurguyla ve iyi bir senaryoda izlemiştik. Diğer taraftan bilim kurgu türündeki filmin bilimi az, kurgusu çoktu. Filmde komplike hikayeler ve uçuk uçuk karakterlere şahit olmuştuk (mutasyona uğramış tuhaf insanlar gibi). Filmin plastik makyözü her kimdiyse, gerçekten çok başarılıydı. Başka bir açıdan değerlendirmeye devam edersek, o zamanki görsel efektlerin şu anki gibi olası zaten mümkün değil. Yine de o dönem için çok emek sarfedilmiş ve o fantastik dünya için iyi para harcanmış olduğu her halinden belliydi. Filmin başrolünde ise  o dönemin efsane aksiyon ve bilim-kurgu oyuncusu Arnold Schwarzenegger ve Sharon Stone oynuyordu.

Gelelim 2012 yapımı "Gerçeğe Çağrı" filmine. Bu kez, kurgusu aynı olmakla beraber bambaşka bir senaryoyla izliyoruz Douglas Quaid'in hikayesini. Ama daha bol aksiyonlu. Hatta bol bol aksiyonlu bir filmde. Neredeyse beş dakikada bir silahların patladığı bir bilim kurgu filminde. Üstelik çağın hızına gerçekten çok uygun. Yani çok hızlı. Hele o fantastik dünyada bir kovalamaca sahneleri var, "Takip sahnesi dediğin böyle olur" dersiniz. Öylesine güzel. Ancak öyle fantastik tiplere pek yer verilmemiş. O mutant dünyasından sadece bir tip (terbiyem gereği nasıl bir tip olduğunu yazamıyorum, bilenler bilir). Görsel efektlerin güzelliğinin tarifi yok, o ayrı konu. Bu filmin başrol oyuncusu ise Colin Farrell ve Jessica Biel. 

Ben her iki filmi de severek izledim. Ama yeni nesil "Gerçeğe Çağrı" filminin, yeni nesil izleyicileri daha çok tatmin tatmin edeceğini düşünüyorum.

İzlediğinizde bana katılacağınızı düşünüyorum.

Hayata İyi Seyirler...

  

21 Kasım 2012 Çarşamba

"Çelik Yumruklar" Öldürür Mü???

Müsrif, savruk, vurdumduymaz ve maceraperest bir babanız olsa (ya da zaten varsa) n'aparsınız? Böyle bir durumda kim olsa çileden çıkar herhalde. İşte zavallı küçük Max'in başında böyle bir bela var.

walt disney plot
Size 2011 yapımı Çelik Yumruklar (Real Steel) filminden bahsetmek istiyorum. Filmimiz şöyle: Eski bir boksör olan Charlie Kenton, hayatını uzaktan kumandalı devasa robot dövüşlerinde müsabakalara katılarak kazanan bir maceraperesttir. Tabi buna kazanmak denirse. Arka arkaya katıldığı yarışlarda robotları hurdaya dönen Charlie'nin tek sorunu da bu değildir. Charlie'nin uçan kuşa borcu vardır. Tüm bunlar yetmiyormuş gibi bir de eski sevgilisi ölür ve geriye ortaokul çağlarındaki Max'i miras olarak bırakır. Ancak oğluyla o güne kadar hiç ilgilenmemiş olan Charlie de, Max'in teyzesinin zengin kocası da küçük Max'i istemeyecektir. Max'in teyzesinin kocası, küçük Max'i Charlie'ye bırakmanın yolunun paradan geçtiğini anlar ve gırtlağına kadar borca batmış olan Charlie, Max'i almayı kabul eder. Charlie ve tıpkı babası gibi bir robot dövüşleri hastası olan Max için, birlikte yaşanacak zorlu bir süreç başlamıştır.

Filmde, Wolverine'den beri hiç bir yere yakıştıramadığım Hugh Jackman'ı ve Charlie'nin kız arkadaşı rolünde de Evangeline Lilly'yi başrollerde izliyoruz.Filmin yönetmeni ise “Pembe Panter” ve “Müzede Bir Gece”nin de yönetmeni olan Shawn Levy.

Filmi izleyin, büyüklerimiz “akıl yaşta değil, baştadır.” derken neyi kastetmiş görün.

Hayata İyi Seyirler...

"Zafer" Kazanıldı Mı???

Tarih, pek çok olayı kaydeder. Ama sinema sektörü bunların sadece bazılarına değinir. İşte size değinilmeye değer bir konu. Amerikan ordusunun çağ atlamasına vesile olan bir olay: Siyahilerin askere alınması.

1989 yapımı “Zafer” (Glory) adlı filmden bahsediyorum. Filmde muvazzaf Yüzbaşı Gould Shaw'unn annesine hergün yazdığı mektupların derlenmesiyle biraraya getirilmiş gerçek bir hikaye anlatılıyor. Filmimiz şöyle: 20. yüzyılın başlarındaki Amerikan İç Savaşı esnasında Amerikan Başkanı Abraham Lincoln, tüm siyahi vatandaşların kölelikten azat edilmesi talimatını verir. Böylece ülkede eli silah tutabilen tüm erkekler orduya alınabilecektir. Bu sayede hem ülkedeki ayrımcılık yok olacak ve ülkenin bütünlüğü sağlanacak, hem de (ki en önemli sebeptir) ordudaki asker miktarı iki katına çıkacaktır. Siyahi vatandaşlar hızla orduya kaydedilir. Yüzbaşı Gould Shaw ise, ilk kurulan siyahi birliğin başına komutan olarak görevlendirilir. Yüzbaşı önce birliğini toplar, güzel bir konuşma yapar. Ancak ordudaki bazı subaylar, “zenci köleler” olarak gördükleri birlikleri henüz kabullenememişler, bu birliğe silah, ayakkabı ve üniforma teminetmemek için ayak diretirler. Yüzbaşı bile bazen askerlerine karşı olumsuz davranışlarda bulunmaktadır. Ancak Yüzbaşı, olayın sonlarına doğru önünde duran hazinenin değerini anlar ve düzenli bir ordu kurmayı başarır. Artık birlik, savaşa hazırdır.

Filmde Yüzbaşı rolünde Matthew Broderick'i izlerken, siyahi askerler arasında o zamanlar henüz gencecik bir oyuncu olan Denzel Washington'ı ve tecrübeli oyuncu Morgan Freeman'ı görüyoruz. Filmin yönetmeni ise daha sonra "Son Samuray" ve "Kuşatma" filmlerini de yönetmiş olan Edward Zwick.

Filmin daha en başında verilen bilgiye göre Yüzbaşı'nın mektupları halen Harward Üniversitesi Kütüphanesinde saklanıyor. Siyahileri ya da kölelerin yaşam biçimini pek tanımayan bizler için çok ilginç bir film. Ama geçmişi savaşlarla dolu olan bizler için ise çok sıradan bir film. Yine de izleyin. Ne de olsa filmin sonu sizi etkileyecek.

Hayata İyi Seyirler...

20 Kasım 2012 Salı

"Korkusuz" Nerede Duracağını Öğrenebilecek Mi???

Bazı insanlar televizyonda çekik gözlü birini gördüğü an kanalı çevirir. Bu derece olmasam da ben de hoşlanmam 3. sınıf “karate filmleri”nden (yani amiyane tabirle). Ama elbetteki bu konuda isim yapmış bazı aktörlerin (hepsi olmasa da) bazı filmlerini gerçekten izlemeye değer buluyorum.

Bunlardan biri de 2006 yapımı “Korkusuz” (Fearless). Filmimiz şöyle: Asil bir ailenin ailenin çocuğu olan Huo Yuan Jia, bir gün bir dövüş ustası olan babasının başka bir dövüş ustasıyla (Tianjin'in babasıyla) ile yaptığı müsabakada yenildiğini görür ve gördüklerine inanamaz. Çünkü babası müsabakayı kendi elleriyle teslim etmiştir. Peki bu nasıl olabilir? Babası o iğrenç çocuğun (Tianjin'in) babasına nasıl yenilebilir? Bunu hazmedemeyen Huo Yuan Jia, o gün bir yemin eder. Hayatı boyunca kimseye yenilmeyecektir. Aradan yıllar geçer, Huo Yuan Jia büyür, evlenir, bir kızı olur ve kendi dövüş okulunu açar. Hayat, Huo'ya güzeldir. Mutlu bir aile, etrafında pervane gibi dönen öğrenciler ve her akşam öğrencilerle birlikte kafa çekilerek geçen günler, Huo'nun enaniyetini iyice yükseltmiştir. Bu durum, çocukluğundan beri hep aynı kulvarlarda yarışmak zorunda kaldığı Tianjin'in de iyice canını sıkmıştır. Huo ve Tianjin aralarındaki gerginliğe daha fazla dayanamayıp uzun süren bir tartışmadan sonra birbirlerine girerler. Ölümüne bir dövüşten sonra, Huo'nun Tianjin'in kalbine vurduğu son yumrukla birlikte Tianjin hayatını kaybeder. Bu kanlı zafer, Huo'nun küçük kızının ve karısının Tianjin'in oğlu tarafından öldürülmesine sebep olacaktır. Peki şimdi ne olacaktır? Film, asıl burada başlıyor.

Filmde Jet Li'yi iş işten geçtikten sonra kafasına dank eden bir adam olarak görüyoruz. Babasının sağduyusunu yıllar sonra anlayan ve sonrasında küllerinden doğan bir adam olarak görüyoruz.

Gerçek yaşam öyküsünün konu edildiği bu filmi mutlaka izleyin. Jet Li'yi bir daha bu kadar anlamlı bir senaryoda göremeyebilirsiniz.

Hayata İyi Seyirler...

"Kara Şövalye Yükseliyor Mu???"

Laptop'ımı elime aldım, ellerim titriyor, nereden başlayacağımı bilemiyorum. Sanırım çocukluğuma dönsem iyi olacak.

Benim çocukluk kahramanım Batman'dir. Batman filmlerini defalarca ve defalarca izlerdim. Batman çizgi filmlerini izlerdim. Jack Nickolson'un oynadığı Joker'e ve Jim Carrey'in oynadığı Soru İşareti'ne karşı hayranlık beslerdim. Defterlerime Batman işareti çizerdim.Uyduruk “Batman ve Robin” dizilerini bile kaçırmadan takip ederdim. Ne de olsa ben bir çocuktum ve “Batman” de çocukça bir çizgi roman kahramanıydı.

Sonra ben büyüdüm. Ve neyse ki Batman de büyüdü. O basit Batman'ler gitti. Yerine dünyanın en komplike çizgi roman uyarlamaları geldi. Batman Begins, Dark Knight derken, 2012'de serinin üçüncü filmi “Dark Knight Rises” geldi. Christopher Nolan, olayı aştıkça aştı, aştıkça aştı.

Size filmin konusunu anlatmayacağım, çünkü anlatılır gibi değil. Sadece beni kendine hayran bırakan durumları değerlendireceğim. Örneğin,

  1. Bane'in kazandığı an, Kara Şövalye'nin, kendisinin 8 yıldır aranan bir suçlu olduğunu unuttuğu andır.
  2. Batman'in kaybettiği an, Alfred'in sözünü dinlemediği andır.
  3. Batman'in kazandığı an, yıllarca yetimhanelere yaptığı yardımların beklenmedik bir zamanda karşılık bulduğu andır.
  4. Batman'in kaybettiği an, düşmanın, iliklerine kadar işlediğini farketmediği andır.
  5. Gotham'ın kaybettiği an, tüm polislerin yeraltına indiği sırada, Bane'in çoktan yeryüzüne çıktığı andır.
  6. Batman'in kaybettiği an, Alfred'i kaybettiği andır.
  7. Bane'in kazandığı an, kendini “Gölgeler Birliği”nin bir üyesi olarak değil, “Gölgeler Birliğinin ta kendisi” olarak gördüğü andır.
  8. Bane'in kaybettiği an, Harvey Dent'le ilgili tüm gerçekleri halka açıkladığı andır.
  9. Bane'in kazandığı an, Batman'in ruhen ve fiziken en hazırlıksız olduğu zamanda yakaladığı andır.
  10. Batman'in kaybettiği an, oyuncaklarının Bane'e sökmediği andır.
  11. Batman'in kaybettiği an, elindeki tüm kartlarını düşmana gösterdiği andır.
  12. Batman'in kaybettiği an, oyuncaklarını düşmana kaptırdığı andır.
  13. Bane'in kaybettiği an, ruhunun ve bedeninin geri dönülmez şekilde kırıldığından emin olduğu Batman'i, tekrar karşısında gördüğü andır.
  14. Bane'in kaybettiği an, kendisinin geçemediği sınavı, Batman'in geçmiş olduğunu gördüğü andır.
  15. Gotham'ın kazandığı an, Batman'e çalınmış Kara Şövalye lekesini kafalardan sildiği andır.
  16. Gothamın kazandığı an, Batman sembolünün köprü sütunlarında alev alev yandığı andır.
  17. Gotham'ın kazandığı an, Batman'ın gündüz ortaya çıktığı andır.
  18. Gotham'ın kazandığı an, Kedi Kadın'ın Batman'e aşık olduğu andır.
Size bunlar gibi daha onlarca tespitimi yazabilirim. Ama biliyorsunuz ki en büyük korkularımdan biri, “Bruce Willis ölüydü” diyen kişi olmak.

2012'nin yaz aylarında gösterime giren film, sıcak havalara rağmen milyonlarca seyirciyi sinema salonuna kapatmayı başardı. Şahsen filmi bir kaç kere izledim bilmiyorum. Ancak her izlediğimde yeni bir kare ya da yeni bir diyalog daha farketmeye devam ettim ve filme her seferinde yeniden hayran olmaktan kendimi alamadım.

Filmi izleyin, çevirin çevirin bir daha izleyin. Bu denli yoğun bir filmin tadına başka türlü varamayabilirsiniz.

Hayata İyi Seyirler...

19 Kasım 2012 Pazartesi

"Bugsy"nin Las Vegas Projesi Neydi???

Size bir sır vereyim: "Her sağlıklı erkeğin, asla gerçekleşmeyecek bir zengin olma planı vardır." "Las Vegas Mucidi Ben Siegel"ın gerçek yaşam öyküsünün anlatıldığı film de işte bu türden bir planlar bütününü anlatıyor. 

Size 1991 yapımı "Bugsy"den bahsetmek istiyorum. İki çocuk babası Bugsy lakaplı hayalperest Ben, zengin ve ünlü olma hayaliyle Hollywood'a gelir. Çılgın Bugsy, burada elit tabakayla oturup kalkmak için gösterişli bir ev, gösterişli bir araba ve gösterişli kıyafetler alır. Ayrıca güzel, ama ikinci sınıf bir aktris olan Virginia ile ilişki yaşamaya başlar. Bir gün, kendisine ve ortaklarına yeter çeker para kazandıran, şehre beş saat uzaklıktaki uyduruk batakhaneye ziyarete gider. İşte çölün ortasındaki bu fare yuvasına yaptığı amaçsız ziyaret, Bugsy'nin kafasında milyonlarca şimşek çakmasına vesile olur. Bugsy, olayı kapmıştır. Bugsy, çölün ortasına havuz manzaralı bir kumarhane oteli yapacaktır. Bugsy için bunun kaça patlayacağı önemli değildir, ortaklarının ne diyeceği önemli değildir. Geride bıraktığı ailesi önemli değildir. Hayalperest Bugsy için önemli olan tek şey, açacağı kumarhane oteli "Flamingo"dur. Hayalperest Bugsy, tüm bu çabalarının o çölü dünyanın en büyük kumarhane cenneti Las Vegas'a döndüreceğinden habersizdir. 

Warren Beatty'nin başrolde oynadığı filmin yönetmeni, daha sonra Sleepers'ın yapıımcısı olacak olan Barry Levinson.

Gerçek yaşam öykülerine merakınız varsa filmi izleyin. Hayalperest olmak size neler kazandırabilir, ya da sizden neler götürebilir, görün.

Hayata İyi Seyirler...     

18 Kasım 2012 Pazar

"Bruj'da" Başınıza Ne Gelebilir???

Tetikçi filmlerine alışığız. Tetikçilerin birbirine kırdırılmasına da. Ama birazdan okuyacağınız kurgu (ve kurgunun filmde göreceğiniz devamı) hoşunuza gidecektir diye düşünüyorum.

2008 yapımı "Bruj'da" (In Bruges) adlı filmden bahsediyorum. Ray (Colin Farrell) ve Ken (Brendan Gleeson) aynı patrona çalışan iki tetikçidir. Ray genç, vurdumduymaz ve sıradışı bir kişilikken; Ken daha olgun, daha duyarlı ve işini daha ciddiye alan biridir. Birbirlerini yeni yeni tanıyan bu ikili, yeni görevleri için patronun emriyle Belçika'nın küçük ama tarihi ve turistik değeri yüksek şehri Bruge'a giderler. Görev, iki hafta boyunca gündüzleri tarihi ve turistik yerleri gezip, geceleri otel odasında oturup patrondan gelecek telefonu beklemektir. Ken duruma hemen uyum sağlamıştır. Şehrin tüm güzelliklerini görmeye kararlıdır. Ancak asi ruhlu Ray, hayatı boyunca olmak istediği son yerdedir. Zira şehrin o tarihi dokusu Ray'e göre sıkıcı ve sessiz binalar yığınından ibarettir. Ray'in Bruj'da eğlenceli bulduğu tek şey, yeni tanıştığı güzel kızdan akşam için koparttığı randevudur. Ray, Ken'i ikna edip kızla buluşmaya gider. Otelde tek başına kalan Ken, patronundan beklediği telefonu alır. Patron önce dereden tepeden konuşur. Küçükken Bruj'da bir tatil geçirdiğini, orayı çok sevdiğini ve orada çok mutlu olduğunu falan anlatır. Sonra çaktırmadan Ray'i odadan postalamasını rica eder, ne de olsa Ray'in zaten dışarıda olduğunu bilmemektedir. Sonra da Ken'e yeni görevi verir. Ken, Ray'i öldürecektir. Patron, Ray'i ömrünün son günlerini dünyanın en güzel yeri (?)  olan Bruj'da geçirmesi için oraya göndermiştir. Ken şoka girmiştir, ne yapacağını ve nasıl yapacağını bilememektedir. Peki şimdi n'olacaktır? Patron, Ray'i neden öldürtmek istiyordur?

Devamı filmdedir. Colin Farrell'in filmdeki oyunculuğu sizi şaşırtacak diye düşünüyorum. Bruj denen şehrin güzelliği de. İlginç filmin senaristi ve yönetmeni Martin McDonagh.

Filmi mutlaka izleyin. Dramatik bir hikaye aynı zamanda nasıl bu kadar sevimli olabilir, görün.

Hayata İyi Seyirler...        

17 Kasım 2012 Cumartesi

"Hain" Kime İhanet Etti???

1990'da patlak veren Körfez Savaşından beri Hollywood, Arap Dünyasıyla ilgili sayısız film çekti. Elbetteki filmlerin hiç biri aşk filmi, ya da komedi filmi değildi. Hepsi de gerilla, terörizm, silah, kaçakçılık ya da savaş filmiydi.

İşte onlardan biri de 2008 yapımı Hain(Traitor). Filmimiz muhafazakar müslüman bir ailenin reisinin arabasına binmesi ve hemen ardından arabanın korkunç bir şekilde infilak etmesiyle başlıyor. Arkasından muhafazakar bir müslüman ve eski bir FBI Ajanı olan Samir Horn devreye giriyor. Samir yıllar önce izini kaybettirmiş biriyken, yıllar sonra Ajan Roy Clayton'ın takip ettiği tüm izler gizli terör örgütleriyle ve kaçak silah tüccarlarıyla işbirliği içine girmiş olan Samir'i işaret ediyor. Peki Samir'le ilgili asıl gerçek ne? Samir nasıl bir terör olayının içinde? Organizasyondaki yeri ne? "Hain" kim? Kime ihanet ediyor? Yakalanıyor mu, yakalanmıyor mu?

Bu soruların hepsinin cevabı filmde. Don Cheadle'nin ve Guy Pearce'ın oynadığı fimin senaristi ve yönetmeni Jeffrey Nachmanoff.

Neredeyse tüm dünyanın, özellikle Hıristyan aleminin, özellikle de Hıristyan Amerikalıların ve adeta onların temsilcisi pozisyonunda olan Hollywood'un korkulu rüyası "Radikal İslamcılar", alışık olduğumuz bir senaryoyla, ama ilginç bir kurguyla ele alınıyor.

Filmi izleyin. Hüzün verici bir suç ve aksiyon filmi nasıl oluyormuş görün.

Hayata İyi Seyirler...      

16 Kasım 2012 Cuma

"Soysuzlar Çetesi"nin Yaptğı İş Aslında Soylu Mu???

Gelin bugün kendinizi bir senarist olarak düşünün. Elinizde bir senaryo olsun. Bu filmi bir yönetmene götürün. Film çekilsin. Bu durumda orataya sadece bir film çıkar. Ama nasıl oluyorsa aynı filmi Quentin Tarantino'ya götürün, O size bir şaheser yaratır.

Beyefendinin nasıl bir tarzı var, ben anlayamıyorum. Onun filmlerinde çok alakasız ve gereksiz sahneler varmış gibi gelir, ama sıkılmazsınız. Çok konuşma vardır, ama hepsini can kulağıyla dinlersiniz. Görsel efektler azdır. Ama baştan aşağı görsel efekt gibi görünür. Adamın filmlerini bir kategoriye bile koyamazsınız. Mesela “Ucuz Roman” (Pulp Fiction), ne gerilimdir, ne aksiyondur, ne komedidir...

İşte 2009 yapımı “Inglorious Bastards” (Soysuzlar Çetesi) da Tarantino'nun en aykırı filmlerinden biri. Savaş filmi desem, bir tane savaş sahnesi yok. Aksiyon filmi desem, kovalamaca yok, dedektif yok, polis yok, suçlu yok. Üstelik film Birkaç koldan ilerliyor ama “öf birleşsin artık şu hikayeler” dediğiniz bir an bile yok.

İyisi mi ben size filmi anlatayım, siz kendi kafanızda kendiniz kategorize edin. Film, bir grup Nazi askerinin bir çiftçi evine yaptığı tatsız ziyaretiyle başlar. Çünkü o evde Yahudi bir ailenin saklandığı tahmin edilmektedir. Nazi subayı Colonel, türlü ayak oyunlarıyla ev sahibini konuşturur ve ahşap zemin altındaki Yahudi aileyi kurşun yağmuruna boğar. Ancak ailenin küçük kızı Shosanna, o arbededen kaçmayı başarır. Yıllar sonra Shosanna büyür, ve teyzesinden kalma bir sinema salonu işletmeye başlar. Salon, şehrin en büyük sinema salonudur. Shosanna, savaşın hala devam ettiği bir akşam tabela değiştirirken, bir Nazi subayı kızımızı görür ve kendisine aşık olur. Kızımızın hikayesinin karıştığı nokta işte burasıdır.


Diğer tarafta ise, Nazi subaylarını yakalayıp bağırttıra bağırttıra öldürmesiyle ün salmış Amerikalı Yahudilerden oluşan “Soysuzlar Çetesi”nin yolları, Shosanna'nın yoluyla kesişecektir. Hem de akla hayale gelmedik bir şekilde...

Filmde pek çok ünlüye rastlıyorsunuz. Brad Pitt, Melanie Raulent, Diane Kruger ve Christoph Waltz gibi. Ama hiç biri kendisi gibi değil. Dedim ya, Tarantino hepsini başkalaştırmış.

Filmi mutlaka ama mutlaka izleyin. Seveceğinize eminim.

Hayata İyi Seyirler...

15 Kasım 2012 Perşembe

"Afacanlar Yuvada" Ne Yapar???

Eddie Murphy'yi nasıl bilirsiniz? Eğer cevabınız "İyi biliriz" ise elimde size göre bir film var.

2003 yapımı "Daddy Day Care" (Baba Çocuk Kreşi: Afacanlar Yuvada) ilginizi çeker diye düşünüyorum. Filmde Eddie Murphy işten çıkarılan bir çocuk babası Charlie'yi oynuyor. Eşi stajyer avukat olan Charlie 6 hafta boyunca iş bulamayınca, çocukları Ben'i kreşten almak zorunda kalırlar. Bu arada küçük Ben'in gittiği kreş, 4 yabancı dil öğreten, felsefe ve yoga dersleri veren, disiplinli ve pahalı bir kreştir. Başka bir kreş aramaya başlayan Charlie ve eşi, gittikleri kreşlerde son derece tuhaf manzaralarla karşılaşırlar. Şehirdeki bakir sektörün açığını yakalayan Charlie ve işten çıkarılan diğer arkadaşı, “Baba Çocuk Kreşi” açmaya karar verirler. Ama başlarına geleceklerden habersizlerdir.

Çocuğunun kreş zamanı gelmiş her anne-babanın yaşadığı ortak bir hikaye. Basit, ama komik ve eğlenceli. Hafta içi birlikte vakit geçiremediğiniz çocuğunuzu yanınıza alıp izleyebileceğiniz çerezlik bir film. İzleyin, eğlenin.

Hayata İyi Seyirler...

"Kız ve Kurt" Ne Acayip Bir Filmdi???

Televizyonda kurt adam filmi olur, fantastik film olur, masal uyarlaması olur da izlenmez mi? Benim gibi biriyse izler. Hem de işini gücünü bırakıp da izler. Sonra da pişman olur.

2011 yapımı "Kız ve Kurt" (Red Riding Hood)'dan bahsediyorum. "Kırmızı Başlıklı Kız" masalının fantastik gerilim halindeki uçuk bir versiyonu. Başrollerinde Amanda Seyfried ve Gary Oldman oynuyor.

Şaşırtıcı olansa filmin yapımcısının Leonardo DiCaprio olması. Rahatlıkla ölü yatırım ya da yanlış yatırım diyebilirim.

Size filmi anlatmakla uğraşmayacağım. Sadece "vakit kaybı" diye bir yorum yapacağım.

Vaktiniz varsa başka filmler izleyin.

Hayata İyi Seyirler... 

14 Kasım 2012 Çarşamba

"Tek" Olmak Mümkün Mü???

Aksiyon severim, fantastik severim, Jet Li'yi severim, Jason Stathom'ı daha çok severim. Hepsinin bir araya geldiği bir filmi izlemeyi daha da çok sevebilirdim; eğer "Tek" (The One) adlı film bu kadar kötü olmasaydı.

2001 yapımı filmin konusu şöyle: Jet Li'nin canlandırdığı Gabe Law eski bir MVA Ajanıdır. Yani evrenler arası seyahat iznine sahip eski bir polis. Gabe Law henüz bir ajanken, görevi esnasında başka bir evrendeki kendisi tarafından saldırıya uğrar ve kendini savunmak zorunda kalır, yani Gabe Law, öteki Gabe'lerden birini öldürür. Böylece ölen Gabe'in güçlerinin bir kısmı, hayattaki diğer Gabe'lere geçer. Bunu farkeden Gabe Law diğer 123 paralel evrende yaşayan Gabe'leri öldürerek gücüne küt katar. Geriye sadece bir Gabe kalmıştır. O da öldüğünde Gabe Law tüm evrenlerin en güçlüsü, en zekisi ve en çeviği, yani "Tek"olacaktır. Ancak biri onu durdurmalıdır. Bu iş için görevlendirilen kişi ise Jason Stathom'ın canlandırdığı bir başka MVA Ajanı Evan Funsch'tan başkası değildir. Peki Gabe Law'u durduracak olan asıl kişi kimdir, ve nasıl durduracaktır? Bu soruların cevaplarını filmi izleyerek öğrenmek daha mantıklı.

Filmin kurgusu çok başarılı. Suçluya dönüşmüş bir polis. Kötü adama dönüşmüş iyi bir adam. Zalimle dönüşmüş bir mazlum. "Tek" olmak isteyen "sıradan" bir adam. Hem de fantastik bir filmde.

Ama filmin eleştirilecek o kadar çok yanı var ki:
1. Böyle bir kurguyu bu kadar düşük bir bütçeyle çekmeye kalkarsan işte böyle olur. Senaryo bir oradan, bir buradan kırpılırsa, işte böyle kuşa döner.
2. Bitmek bilmeyen dövüş sahneleri ancak bu kadar can sıkabilir.
3. Jason Stathom gibi bir aktör ancak böyle harcanabilir. Zavallının oynadığı rol, herhangi bir aktörün oynayabileceği kadar basit ve derinliksiz. Hatta niteliksiz ve özelliksiz. Uygun kelime bulamıyorum.
4. Filmde aşk var, evlilik var, fedakarlık var, güven var; ama hepsi ite kaka; hatta zorlama.
5. Makyaj, kostüm, özellikle de saç şekilleri çok başarısız.
 
Ve daha anlatamayacağım bir sürü eksiklik. Oysa ki "Deja Vu" ile, "Pers Prensi" ile ya da "Kelebek Etkisi" ile kapışabilecek bir kurguya sahip. Ama harcanmış.

Olmamış yani, olmamış. Zaman kaybı diye düşünüyorum. Tavsiye etmiyorum. Yine de izlemek isterseniz siz bilirsiniz.

Hayata İyi Seyirler...

13 Kasım 2012 Salı

"Avatar 2, 3, 4...?" Ne dersiniz???

Avatar, sinema tarihinde bir çığır açmış olan filmlerden biri. Üstelik öyle bir film ki, filmi izleyenlerin de tadı damağında kaldı, filmi çekenlerin de. Yaptığı "rekor hasılat"la ilgili yorum yapmaya ise gerek bile görmüyorum. Zira dünyanın ilk 3D filmi ortalığı kasıp kavurdu.

Avatar severlere bir müjde: "Avatar 2" geliyor. Birinci filmde Pandora'daki yağmur ormanlarıyla göz dolduran film, bu kez uçsuz bucaksız fantastik bir okyanusta geçecek. Zaten böyle bir evren ve böyle bir kurgu yaratıldıktan sonra, ikincisi çekilmezse ayıp olurdu. Hatta James Cameron, 3. ve 4. filmi çeceğini de açıkladı. 3. filmin konusu ise gezegeninin merkezine odaklanacak.

Genelde ikinci filmler biraz daha ticari olur ama James Cameron filmlerinde durum böyle değildir. Beyefendi, ikinci filmlerin de hakkını verir. (Terminator 2'de olduğu gibi). Zaten böyle bir evren ve böyle bir kurgu yaratıldıktan sonra, devam filmleri çekilmezse ayıp olurdu.

Umarım birinci filmin senaryosundaki eksiklik ve yalınlık, devam filmlerinde kendini göstermez. Umarım bu kez daha sofistike bir film izleriz. James Cameron'a güveniyoruz.

Filmle ilgili tek üzücü bilgi, gilmin en erken 2014'te gösterime girecek olması. Bu da demek oluyor ki Avatar severler biraz bekleyecek. Yapacak bir şey yok.

Hayata İyi Seyirler...

12 Kasım 2012 Pazartesi

Bir "Suikast"çi Nasıl Savunulur???

Mahkeme salonlarında geçen filmler her zaman ilgimi çeker. Sinema severlerin de yoğun ilgisini çekiyor olacak ki Hollywood'da bu türden her sene bir kaç film çekiliyor. Üstelik bu türlerin çoğu gerçek davalardan alındığı için hepsi de birbirinden orjinal hikayeler anlatıyor.

Bunlardan biri de 2010 yapımı "Suikast" (The Conspirator = Suikastçi). Film, Abraham Lincoln suikasti sonrası başlayan soruşturma sürecini anlatıyor. Filmimiz şöyle: Suikastin düzenlenmesinin ardından 7 genç adamla birlikte, iki genç çocuk annesi 42 yaşındaki dul bir kadın, Mary Surratt, gözaltına alınır. Zira bu 7 zanlının sürekli buluştukları ve olayı planladıkları (tahmin edilen) yer, Bayan Surratt'ın mütevazi pansiyonudur. Zanlılar elbette ki idamla yargılanacaktır. Diğerler zanlılar bi yana, Güneyli Mary Surratt'i savunmak genç, karizmatik, zeki ve Kuzeyli savaş kahramanı olan Frederick Aiken'a düşer. Aiken, hiç istemese de ve hatta Mary Surratt'ın masumiyetine inanmasa da Bayan Surratt'i savunacaktır. Genç avukat, canını dişine takıp işin aslını aydınlatmaya çalışırken, bir taraftan da kendi önyargılarıyla, bir taraftan kamuoyunun sabırsız bekleyişiyle ve diğer tarftan da devlet büyüklerin peşin hükümleriyle, amansız bir mücadeleye girmek zorunda kalacaktır. Peki süreç nasıl sonuçlanacaktır. Genç ve hırslı avukat Bayan Surratt'i ipten alabilecek midir, yoksa dar ağacında sallanmasını mı izleyecektir??? (Bruce Wills ölüydü etkisi)

The Conspirator MovieFilmde elbetteki pek çok oyuncu var. Ama genç avukatı canlandıran James McAvoy, soğuk tabiatlı Kuzeyli (Yankee) avukatı çok iyi canlandırmış. Üstelik bu avukatın, filmin sonlarına doğru telaşlı ve heyecanlı bir yapıya bürünmesi çok başarılı. Bayan Surratt'i canlandıran Robin Wright'ı da gerçek hayatta görseniz, şaşarsınız "Bu kadın, o kadın mı?" diye.

Film, çok yüksek olmayan reytinglerine rağmen, bence oldukça başarılı. Oyunculukları bir miktar abartılı ve suni bulmama rağmen, çok rahatsız edici bir durum görmedim. Sadece tereyağı gibi akıp gitmiyordu, onu söyleyebilirim. Maalesef yönetmenlik de oyunculuklar gibiydi. Yani tereyağı gibi akıp gitmiyordu. Robert Redford'u çok sevmeme rağmen bu filmde biraz zorlanmış olduğunu görebiliyorum. Ama filmin senaryosu tarihe ışık tutmaya çalışan, soğuk siyasetin kara yüzünü göstermeye çalışan, her dakikasında bir veciz yakalayabileceğiniz muhteşem bir eser.

Filmi izleyin. Mahkemeli filmleri seviyorsanız, mutlaka izleyin. Beğeneceğinizi umuyorum.

Hayata İyi Seyirler...   

9 Kasım 2012 Cuma

"Skyfall" Uçurur Mu, Düşürür Mü???

Sonunda şu olaylı film gösterime girdi? Hangi film mi? "007 James Bond Skyfall" tabi ki. Neden olaylı dediğimi biliyorsunuz sanırım. İstanbul'daki Tarihi Kapalı Çarşı'nın çatılarında Bond'un motorsikletle adam kovaladığı sahnelerle başlayan film.

James Bond severler bilirler. İngiliz ajanı 007'nin maceraları için 22 film çekilmiş, hepsi de çok iyi hasılat yapmıştır. Özellikle Daniel Craig'in oynadığı 21. ve 22. filmler (Casino Royale ve Quantum of Solace) yapımcıyı ihya etmiş, seyirciyi de çok büyük oranda tatmin etmiştir. “Çok büyük oranda” diyorum, çünkü bu filmler postmodern tekniklerle çekilmiş oldukları için, seyirciye sanki bir “Bond Klasiği” gibi değil de, nitelikli bir “Jason Statham” filmi gibi gelmişti. Bu sebeple olacak ki 23. film olan “Skyfall”da geleneksel ögelere geri dönülmüş ve daha fazla yer verilmiş olduğunu görüyoruz. 007'nin kendini “Bond, James Bond” diye tanıtması gibi. Bond'un hareket halindeki trenin üstünde takım elbiseyle yumruk yumruğa dövüşmesi gibi. Ya da “bu sefer kesin öldü” dediğiniz anda hayatta kalmayı başarması gibi. Ya da karşısına çıkan her güzel kadınla ayak üstü flört etmesi gibi.

Filmin senaryosuna gelince: Bond bu kez M'nin bir arbede sırasında kaybettiği bir bilgisayar sürücüsünün peşine düşüyor. Çünkü bu sürücü, dünya terörist listesinde adı geçen her İngiliz ajanının adını, yani “hainler listesi”ni barındırıyor. Bond, listeyi kaçırmaya çalışan bir adamı kovalarken trenin üstünde ölümüne bir dövüş başlıyor. Bu esnada Bond'a yardım etmesi için göderilmiş olan Eve adlı genç ve güzel ajan, elindeki silahıyla suçluyu nişan alıyor ancak ateş etmeye cesaret edemiyor. Bunu üzerine “M”, genç ajana “vur ve o sürücüyü getir” talimatı veriyor. Emire karşı gelemeyen Eve, bir an duraksadıktan sonra ateş ediyor ancak maalesef kör kurşun Bond'a isabet ediyor. Ve nehire düşen Bond... (“Bruce Wills ölüydü” etkisi)

Film son zamanların en iyi aksiyon filmi. Hatta bence en iyi yazılmış Bond filmi. Çünkü (çok sıradışı bir şekilde) Bond'un M'e, M'in de Bond'a olan sadakat ve güvenleri sorgulanıyor. İşte bu fikir, dahice bir fikir. “James Bond seyirciye daha ne verebilir ki?” denen bir anda son derece dahice bir kurguyla ortaya çıkıyor.

Filmin senarist kadrosu kalabalık. Zaten böyle bir senaryonun tek kalemden çıkması pek mümkün değil. Filmin yönetmeni ise Sam Mendes.
 
Filmi izleyin. Reytinglerinin ve hasılatının neden bu denli yüksek olduğunu kendi gözlerinizle görün.

Hayata İyi Seyirler...

7 Kasım 2012 Çarşamba

“Mutluluk” Bir Mutsuzluk Filmi Mi???

Türk filmlerine sinemaya gitme adetim yoktur. Ama bir arkadaşım davet etti, ben de kıramadım ve gittim. Çok şaşırdım. Gözlerime inanamadım. Çünkü filme bayıldım. Sonra bir öğrendim ki, bu aslında Zülfü Livaneli'nin aynı adlı romanından uyarlanmış bir filmmiş. Hemen bir kitapçıya koşup romanı alıp geldim. Kısa sürede kitabı bitirdim. Amaaaaa... Maalesef aradığımı bulamadım. Çünkü film kitaptan çok daha başarılıydı. (Zülfü Bey bana kızmasın.)

2007 yapımı filmimiz şöyle: Meryem adlı genç kız, evinin çok uzağındaki göl kenarında bekareti kaybolmuş olarak bulunur, evine getirilir ve ahıra kapatılır. Meryem'e bu günahı kimle işlediği defalarca sorulur, fakat Meryem her seferinde hatırlamadığını söyler. Arkasından “Meryem kirlenmiş” dedikodusu köyde hızla yayılır. Meryem'in üvey annesi Meryem'e boy abdesti alması için bir kova su ve kendini asması için kalın bir urgan ip getirip bırakır. Böylece Meryem işlediği günahtan kurtulacak ve namusunu temizlemiş olacaktır. Meryem boy abdestini aldıktan sonra ipi boynuna geçirir, defalarca şehadet getirir ancak canına kıyamaz. Bunun üzerine aşiretin büyüğü, aynı zamanda Meryem'in uzaktan amcası Ali Rıza Ağa, Meryem'in infazını emreder. İnfazı gerçekleştirecek kişi ise Ali Rıza Ağa'nın askerden yeni gelen oğlu Cemal'dir. Cemal askerden döner dönmez karışıklığın içine düşmüştür. Ancak yapacak bir şey yoktur. İnfaz kesindir. Cemal Meryem'i alır, İstanbul'a doğru yola çıkar. Fakat Cemal Meryem'i öldüremez. Ne trende, ne de İstanbul'un tenha sokaklarında. Bunun üzerine Cemal cep telefonunu denize atar, Meryem'i peşine takar ve töreden kaçış başlar.

Filmde Meryem'i oynayan Özgü Namal ve Cemal'i oynayan Murat Han, 44. Altın Portakal Film Festivalinde En İyi Kadın Oyuncu ve En İyi Erkek Oyuncu ödüllerine layık görüldüler. Filmin senaristi ve yönetmeni ise Abdullah Oğuz.       

Eğer kitabı okuduysanız filmi sakın izlemeyin, sizi hayal kırıklığına uğratır. Eğer kitabı okumadıysanız, filmi mutlaka izleyin. Bayılırsınız. Zaten filmin reytingleri çok yüksek. Yani bir seçim yapın: ya okuyun, ya izleyin. (Aman ikisini birden yapmayın.)

Hayata İyi Seyirler...


Hiç" Deja vu" Yaşadınız Mı???

Yapacak hiçbir şey bulamadığınızda, sinemaya gidip öylesine bir filme bilet aldığınızda, karşınıza dünyanın en iyi filmlerinden çıkarsa ne yaparsınız? Yıllar önce böyle bir deneyim yaşadım.

Denzel Washington'un oynadığı “Deja Vu” adlı filmini işte böyle bir tesadüfle izlemiştim. Senaryosu bir yana, gördüğüm en iyi kurgulardan biriydi. Sırf bu kurgu yüzünden daha kaç kere çevirip çevirip bir daha izledim.

Size 2006 yapımı filmden bahsedeyim. Film, tıpkı Titanic filminin başı gibi. İnsanlar çoluk çocuk mutlu mesut bir feribota biniyorlar. Feribot hareket ediyor. Ancak çok geçmeden büyük bir patlamayla infilak ediyor ve içindeki yüzlerce insan hayatını kaybediyor. Her türden polis, dedektif ve ajan, patlamanın iç yüzünü çözmek için görevlendiriliyor. Bunlardan biri de patlayıcı madde uzmanı Daug Carlin (Denzel Washington). Ajan Carlin hızla işe girişiyor. Çok alakasız bir kadın cesedinin , kendi branşıyla ilgili çok küçük delillerle bağlantısını kurarak çok önemli veriler ortaya koyuyor. Bu sentezleme yeteneği sayesinde, hükümetin çok önemli ve çok gizli bir birimin başına getiriliyor. Carlin'in, bu birimin, gelişmiş bir veri tabanı vasıtasıyla, zamanda 4 gün geriyi gösteren bir bilgisayar programının mucitleri ve yöneticileri olduğunu öğreniyor. Ajan Carlin, bu gizli birimle beraber zanlıyı bulmak için kolları sıvıyor. Fakat zanlıyı bulmadan önce, birimiyle ilgili çok daha dehşet verici şeyler öğrenmesi uzun sürmüyor...

Filmin yönetmeni Tony Scott. Kendisi bu filmde çok başarılı. Denzel Washington'ı zaten çok beğenirim. Beyefendiyi “aşık adam” rolünde izlemeye pek alışık değiliz ama bu filmde o işin de altından kalkmış gibi görünüyor. Filmin güzeli Paulo Patton'un da hakkını yememek lazım. 

Filmi izleyin pişman olmazsınız.

Hayata İyi Seyirler...

5 Kasım 2012 Pazartesi

"Kes Kel Alaka" Film İsimleri Hiç Yakışıyor mu???

Şahsen ben bir İngilizce Öğretmeniyim. Üniversitede “Çeviri” dersimizin öğretmeni, bize çeviri yapmanın püf noktasını söylemişti: “Çeviri kadın gibidir. Güzeli sadık olmaz, sadığı güzel olmaz” demişti. Hocamı sevgiyle anıyorum.

Eskiden beri, izlediğim yabancı filmlerin isimlerinin Türkçe'ye tuhaf tuhaf çevrilmiş hallerine hastayımdır. Pek çok yerde buna benzer yazılar da görebilirsiniz. Koskoca filmlerin diyaloglarını tercüme eden, alt yazılar yazan ya da dublajlar yapan insanların, bu konudaki tutumlarına şaşırmamak elde değil.

Öyle isimlerle karşılaştım ki, neredeyse filmin sonunu söyleyecek. Mesela “Kaçış Planı” diye çevrilmiş olan “The Next Three Days”, aslında “Son Üç Gün” demek. Üstelik o son üç gün filmin kurgusunun mihenk noktası durumunda. Ama filmin konusunu söyleyip, işin bütün sürprizini kaçırdı.

Söylese iyi, bir de yanlış yönlendirenler var. Mesela, bir dükkanda rastladığım “Gladyatör” filminin CD kapağında ne yazıyordu biliyor musunuz? “Generalin İntikamı”. Hayretler içerisinde kalakalmıştım. Birincisi, “Gladiator” ü neden “Gladyatör” olarak yazıp geçmedi? İkincisi, zavallı Maximus'un gerçekten intikam aldığını mı zannediyordu? Zira Maximus, intikam alma peşinde değildi, sadece hayatta kalmaya çalışıyordu.

Siz sinema severlere bunlar gibi yüzlerce örnek verebilirim. Ama ilk aklıma gelenlerden bir kaçını sizlerle paylaşma imkanım var. Onları da müsadenizle sizinle paylaşmak istiyorum.
 
Shawshank Redemption                          Shawshank Kefareti                     Esaretin Bedeli
The Town                                                  Kasaba                                            Hırsızlar Şehri
Cast Away                                                 Issız Ada Mahkumu                   Yeni Hayat                      
Quiz Show                                                 Bilgi Yarışması                                  Şike
Horrible Bosses                                        Korkunç Patronlar          Patrondan Kurtulma Sanatı
Changing Lanes                                       Şeritleri Değiştirmek                  Çarpışma
The Statement                                          Tutanak                                    İnsanlık Suçu
The Expendables                                     Gözden Çıkarılanlar           Cehennem Melekleri
Crank                                                       Dengesiz                                           Tetikçi
Awake                                                       Uyanık                                             Anestezi
Autopsy                                                     Otopsi                                              Kadavra
Eternal Sunshine of the Spotless Mind  Kusursuz Dimağın Sonsuz Gün Işığı     Sil Baştan
Safe House                                               Güvenli Ev (Kasa Ev)                  Düşmanı Korkuturken
Mission: Impossible                                Görev: İmkansız                         Görevimiz: Tehlike
Far From Home                                      Evden Uzakta                          Sarı Köpeğin Serüvenleri   
 
Ve daha sayısız örnek...
 
Siz de bu konudan rahatsızsanız, bildiğiniz bu tür komik ya da tuhaf çeviriler varsa lütfen yazın. Belki tercümanlar (ya da o isimleri her kim koyuyorsa) sesimizi duyarlar ve daha “sadık” çeviriler yaparlar.
Hayata İyi Seyirler...

4 Kasım 2012 Pazar

"Şeytanın Avukatı"nın Gücü Nereden Geliyor???

(Özel istek üzerine...)
 
Hiç prensiplerinizden şaştığınız oldu mu? Yanlış olduğunu bile bile bir yola girdiğiniz? O yolun doğru yol olduğuna kendinizi inandırdığınız? Peki bu yolda bir bedel ödediniz mi? Ya da ödediğiniz bedelin büyüklüğü neydi? Peki bu yoldan döndünüz mü, yoksa hala ısrarcı mısınız? Döndüyseniz, hangi aşamada döndünüz? Dönmediyseniz hala neyi bekliyorsunuz? "Şeytanın Avukatı" adlı filmde bu soruların hepsi ve daha fazlası cevaplanıyor. Hadise neymiş bir bakalım. 
 
1997 yapımı "Şeytanın Avukatı" (The Devil's Advocate) adlı filmde, Keanu Reeves'ü suçlu olduklarını bildiği halde müvekkillerini canla başla savunup adeta onları ipten alan ve kariyerinde hızla yükselişe geçen bir avukat rolünde izliyoruz. Kevin Lomax adlı avukat, New York'un önde gelen hukuk bürolarının birinden iyi bir teklif alınca karısı Mary Ann'i (Charlize Theron) de alıp New York'a taşınır. Patronu olan John Milton (Al Pacino) ise, şirketteki yeni gözdesi Kevin'ı yanından ayırmamakta, onunla özel olarak ilgilenmektedir. Kevin ise önceleri hayranlık duyduğu patronuyla ilgili asıl gerçekliği çok sonra öğrenecek ve...... Acaba aklı başına mı gelecek, yoksa iş işten mi geçecek, bu kısmını izleyin ve görün.

Aslında bu film, çoğu sinema sever tarafından izlenmtir. Ama bu çoğunluğun çoğu, filmdeki sayısız "sembol"den habersizdir. İşte bu yazıyı onun için yazdım.

* Öncelikle filmin bir roman uyarlaması olduğunu belirtmek isterim. Andrew Neiderman'ın aynı adlı romanından uyarlama. Filmin (yukaarıdaki özette değinemediğim) kurgusunun ve alt yapısının nasıl böyle güçlü olduğunun cevabı işte burada yatıyor.


Paradise Lost Temsili
Gelelim sembollere:
*"Şeytanın Avukatı"
1) Papalığa aday gösterilen kardinallerin gerçekte bu işe layık olmadıklarını araştırmakla görevli bir başka Vatikan kardinalidir. Latince karşılığı "Advocatus Diaboli"dir.
2) Amerika'da "ipten alan" avukatlar için kullanılan bir sıfattır.

* John Milton:
17. Yüzyıl İngiliz Edebiyatının önde gelen şairlerindendir. "Kayıp Cennet" (Paradise Lost) adlı eserin yazarıdır. Kayıp Cennet'te insanın, tanrının gözünden ve huzurundan düşmesi anlatılmaktadır. Filmin sonunda John Milton Kevin'a Kayıp Cennet'in 1. kitabının 263. mısrasını okumaktadır: "Cennette hizmetkar olmaktansa, cehennemde hüküm sürerim."

* Mrs Alice Lomax:
Filmde Kevin'ın annesinden Mrs diye bahsedilmekte, ancak aslında Alice evli bulunmamaktadır. Hatta Kevin'ın babası da.... (Sürpriz)

* Mary Ann:
Kevin'ın (şizofren zannedilen) karısı için "Meryem Ana" ismi seçilmiştir. Ancak bu karakter Meryem Ana gerçeğiyle bağdaşmamıştır.

* Ex Nihilo:
John Milton'un dairesindeki o sofistike heykeller ve rölyefler, tanrının herşeyi yoktan var ettiğini anlatmaktadırlar. (Yandaki resim, Washington Milli Katedrali kapısındaki heykeldir. Filmde kullanılması, mahkeme konusu olmuştur.)

Ve kenara köşeye sıkıştırılmış daha nice semboller.

Film, reytingleri çok çok yüksek olmamasına rağmen, çok çok iyi hasılat yaptı. Ama ben yine de çoğu insanın filmi özümseyemediğini düşünüyorum. Filmi daha önce izlemediyseniz izleyin, izlediyseniz, bir tekrar atın. Pişman olmazsınız.

Hayata İyi Seyirler...

3 Kasım 2012 Cumartesi

"Kaçış Planı" Yapmaya Değer Mi???

Eşinizi ne kadar tanırsınız? Tanıyamıyorum, ciğerini bilirim, sır küpüdür??? Peki ona ne kadar güvenirsiniz? Çok, hiç, herşeyine kefilimdir, günahımı teslim etmem??? Gördüğünüz gibi cevaplar çok çeşitli. Hem de bir uçtaaan, bir uca...

John Brennan, karısına kendisinden çok güveniyor. Üstelik karısını iyi tanıdığına da çok emin. John Brennan kim mi? Anlatayım:

John Brennan bir öğretmendir. Şeker hastası bir karısı, cici bir oğlu, yaşlı bir annesi ve babası, bir evi ve bir de arabası olan sıradan bir Amerikan vatandaşıdır. Bir sabah aniden polis kapılarını çalar ve John'un karısı Lara tutuklanır. Ne olduğunu anlayamayan John ve Lara, daha sonra Lara'nın patronunun ölü bulunmuş olduğunu öğrenirler. Ama asıl mesele, Lara'nın o sabah patronuyla tartışmış olması ve patronun otoparkta öldüğü sıralarda Lara'nın otoparktan çıktığının tespit edilmiş olmasıdır. John, çocuğuyla ve çevrenin suçlamalarıyla dışarıda yalnız kalır. Lara'nın cezasının 20 yıl kadar olacağı anlaşılınca, hasta karısının hapislerde çürümesini istemeyen John, karısını hapisten kaçırmak için uygulayacağı kaçış planının startını verir.

Filmin yönetmeni ve senaristi Paul Haggis. (Million Dollar Baby'nin  görüntü yönetmeni ve Quantum of Solace'ın senaristi). Doğal olarak "Son 3 yıl, son 3 ay, son 3 gün" olarak seyreden kurgu çok başarılı. Filmde ayrıca Liam Neeson'ı da küçük ama önemli bir rolde görebilirsiniz.

Bu şahane film, evli çiftlerin kendilerini, eşlerini ve evliliklerini gözden geçirebilmeleri için çok iyi bir ortam yaratılmış.  İzleyin, empati yapın, imrenin, ama sakın kıskanmayın.

Hayata İyi Seyirler...   

2 Kasım 2012 Cuma

"Güneş İmparatorluğu" Bir "Güneş" Mi Doğurdu???

Bir film bir "yıldız" doğurur mu? Evet, doğurur. Ama çok az film bir "güneş" doğurur. Güneş İmparatorluğu, bir güneş doğurdu. "Güneş İmparatorluğu" (Empire of the Sun) Christian Bale'i doğurdu.

1987 yapımı filmde Christian Bale henüz 13 yaşındaydı ve iki buçuk saatten fazla süren roman uyarlamasının başrolünde oynuyordu. Üstelik filmde yardımcı erkek oyuncu olarak boy gösteren John Malkovich'i de gölgede bırakıyordu. Sonraki yıllarında da, hepsi birbirinden marjinal rollerde oynayarak büyüdükçe büyüdü, büyüdükçe büyüdü.
                                                                    
Tekrar "Güneş İmparatorluğu"na dönelim. Ömrünü savaş filmleri yapmaya adamış Steven Spielberg'in yönettiği filmde Christian Bale'in canlandırdığı Jim Graham'ın hikayesi, romanın yazarı olan J. G. Ballars'ın gerçek hikayesini anlatıyor. Jim (Jamie) Şangay'da zengin ve aristokrat bir İngiliz ailenin çocuğu olarak yaşarken, bir süredir başlayacağı beklenen 2. Dünya Savaşının patlak veriyor. Annesi ve babasıyla beraber bir gemiye binip oradan kaçacakken bir arbede çıkıyor ve Jim gemiye binemeyerek ailesini kaybediyor. Ve böylece geride kalan Jim'in yıllarca esir kamplarında geçecek olan hayat mücadelesi başlıyor.

Hani derler ya, "İntihar etmeden önce, bu filmi izleyin." diye. İşte bu film, o türden bir film. Filmi izleyin; nasıl "her koşulda" iyi bir insan olunuyormuş görün. Filmin temposu çok yüksek değil, ama sonunu merak etmemek de mümkün değil. İzleyin, süreci de görün, sonucu da...

Hayata İyi Seyirler... 

1 Kasım 2012 Perşembe

"X-Men Başlangıç: Wolverine" Nasıl Oluştu???

Çizgi roman... Çizgi roman... Çizgi roman... Çizgi roman severler bilirler: X-Men serüvenleri, yıllar süren bir çizgi roman serisidir. Profesör Xavier'in mutant talebeleri ve onların eğitmenlerinin kahramanlıkları dillere destandır. Cyclops'un, Beast'in, Rogue'un, Storm'un hikayelerine doyum olmaz. Ama en keyifli serüvenler her zaman Volverine'indir. Bu sebeple olacak ki sadece Wolverine'in, X-Men serisinden bağımsız çizgi romanları çıkmıştır. Doğal olarak Wolverine için ayrıca film çekmek de farz olmuştur.

"X-Men Başlangıç: Wolverine" işte bu ilginç süper kahramanın doğuş hikayesini anlatıyor. 2009 yapımı filmde Logan ve abisi Victor'un çocukluğuna kadar inilmiş. Daha iki küçük çocukken mutant olduklarını çok acı bir olayla keşfeden iki kardeş, evlerini terketmek zorunda kalırlar. Hisleri, hareketleri ve yürüyüşleri birer insandan ziyade, birer vahşi hayvanı andırmaktadır. Ayrıca ellerinden çıkan güçlü kemikten pençeleri ve kendini hızla onaran vücutları sayesinde adeta iki kurt adama dönmüşlerdir. Bu iki olağanüstü güç sayesinde neredeyse ölümsüzleşen iki kardeş, yıllarca kendilerini bir o savaşta bir bu savaşta omuz omuza çarpışırken bulurlar. Ne zaman ki Logan (ve bunun gibi bir kaç yetenekli mutant daha) Albay Stryker tarafından, türlü türlü deneylerle ölüm makinesine dönüştürülünce, Victor'la Logan'ın arası açılır ve iki kardeş iki düşman olur. Bir taraftan abisiyle mücadele etmek durumunda kalan ölüm makinesi Wolverine, bir taraftan da Stryker'dan intikam almak ve onun korkunç planlarına dur demek zorunda kalır. 

Filmin yönetmeni Gavin Hood ve senaristi David Benioff çok başarılılar. Yıllardır Wolverine'i canlandıran Hugh Jackman ise, sanki artık gerçekten kurt adam gibi. Filmin diğer oyuncuları da rollerine cuk oturmuşlar.

Ben bu filmi çok beğeniyorum. Yıllardır çevirip çevirip bir daha izlerim. Siz de bu tür fantastik hikayeleri seviyorsanız, mutlaka izlemelisiniz.

Hayata İyi Seyirler...