31 Ekim 2012 Çarşamba

"Nefes: Vatan Sağolsun" Mu???

SEN UYURSAN, BEN DE ÖLÜRÜRÜÜÜM!!! SEN UYURSAAAN, HEPİMİZ ÖLÜRÜÜÜÜZ!” Bu haykırışları hatırlayan var mı? Komutan dizmiş askerleri karşısına, temiz bir fırça çekiyor hepsine. Fragmanı izlerken içim parçalanmıştı zavallı askerciklerin durumuna. Ama sinemaya gidip filmi izleyince, hak verdim komutana, az bile yapmış.

 2009 yapımı Nefes: Vatan Sağolsun”dan bahsediyorum. Yurdumun 35 senedir boğuştuğu terör belasıyla ilgili çektiği ilk filmi. Belki de gelmiş geçmiş en iyi filmi olacak. Film, Mete Yüzbaşı (Mete Horozoğlu) ve 40 askerinin Kuzey Irak sınırındaki 2365 rakımlı Karabal Karakoluna doğru yaptığı yolculukla başlıyor. Askerleriyle beraber sabahın çok erken saatlerinde karakola ulaşan komutan, karakoldaki, nöbetçi dahil, tüm askerlerin horul horul uyuduğunu görünce, kontrolü hızla ele almak zorunda kalıyor ve bir saat içinde içtima istiyor. Bir saat sonra karşısına dizdiği askerlere bir güzel ayar çekiyor. İşte yukarıda bahsettiğim bölüm, o sahneden alıntı. Giriş sahnesi çok başarılı olan filmde stratejik konumu iyice artmış olan karakolun, “Doktor” lakaplı bir teröristin tehditi altında bulunması sebebiyle de kritik bir noktada bulunduğuna dikkat çekiliyor. Soğuk, yüksek, karlı, ıssız ve uçsuz bucaksız dağlarda yaşanan hikaye, gerçek bir olaydan alınma.

Filmin yazarı ve Yönetmeni Levent Semerci. Filmdeki oyunculukların başarısının tarifi yok. Hatta bence filmin tarifi yok. İzlediğim en bunalım dolu, en acıklı ve en gerçekçi filmlerden biri.

Filmi izleyin. Ve bunun gibi filmlerin sayısının artması için dua edin.

Hayata İyi Seyirler...

30 Ekim 2012 Salı

"İnanılmaz Örümcek Adam" İnanılmaz Mı???

Gün geçmiyor ki bir çizgi roman uyarlaması daha gösterime girmesin. Hele bir de ortada Örümcek Adam gibi popüler bir süper kahraman varsa, yüksek beğeni oranları ve yüksek hasılat elde etmek garanti gibi bir şey.


2002'den beri Örümcek Adam'ın üç tane macerasını izledik. Bu filmlerin üçünde de çizgi romanlara paralel gidilmeye çalışıldı. Pek çok konuda başarıya ulaşılsa da, bazı noktalarda sınıfta kalındı.


"Gwen Stacey'in Öldüğü Gece"
* Örneğin Peter Parker çok özgüvensiz, neredeyse pısırık bir gençti. Hatta bazı sahnelerde Küçük Emrah'ı izliyor gibiydik. Çizgi romanda ise Peter, Örümcek Adam'a dönüştükten sonra daha özgüveni yüksek, hatta yer yer çok bilmiş bir kişiliğe dönüşüyordu.
* Çizgi romanlarda Peter Parker'ın ilk kız arkadaşı Gwen Stacey'di. Ancak zavallı Gwen, Yeşil Cin tarafından öldürülmüştü. Ki bu ölüm, çizgi roman dünyasındaki ilk ölümdür. Ve tüm çizgi roman dünyasının seyrini değiştirmiştir. Zira çizgi roman okuyucusu, "iyi"lerin ölümlerine alışık değildir. Bu durum, çizgi roman okuyucularını derinden sarsmış ve elim bir üzüntüye boğmuştur. (Tıpkı Kurtlar Vadi'sinin Çakır'ının öldüğü gün gibi)
* Çizgi romanlarda Örümcek Adam'ın sonraki sevgilisi Mary Jane'dir. Mary Jane de tıpkı Gwen gibi aklı başında ve sağduyulu bir kızdır. Hatta Peter'ın Gwen'e olan aşkını bile bile, sabretmiş, Peter'ı terketmemiştir. O kadar ki yer yer havalara giren ve yanlış kararlar alan Örümcek Adam'ın ayaklarının yere basmasını sağlar. Ayrıca da çok sadık bir sevgilidir. Öyle üç filmde 5 sevgili değiştirmez. Mary Jane Örümcek Adam'ındır, Örümcek Adam Mary Jane'indir.
Yine de bu üç filmi de severek izledim. Hatta bazı sahnelerini (kendini Örümcek Adam hisseden oğlum sayesinde) onlarca kez izledim ve hiç birinde sıkılmadım.

Gelelim daha 3 ay önce gösterime giren, kendi serisinin ilk filmi olan "İnanılmaz Örümcek Adam"'a (Amazing Spider-Man). Bu film pek çok açıdan çizgi romanla daha çok örtüşüyor. Üstelik gelişen animasyon tekniğiyle beraber çok daha gerçekçi ve doğal. Peter Parker arabesk ve ezik bir kişilik değil, daha güçlü bir süper kahraman. Peter-Gwen aşkı ise masum ve sevimli. Gizemli sahneler ve gerilim daha yoğun.

Size filmin konusunu anlatmayacağım. Her yerden okuyabilirsiniz. Sadece "bazı açılardan" bir kıyaslama yaptım ve "İnanılmaz Örümcek Adam" serisinin daha umut verici olduğunu düşünüyorum.

Ben filmi beğendim. Önceki Örümcek Adam serisinin ve Örümcek Adam çizgi romanlarının tiryakisi değilseniz, siz de beğenirsiniz. İzleyin, siz de kıyaslayın, yorumlarınızı yazın. Belki benim göremediğim bir şeyler daha vardır.

Hayata İyi Seyirler...

29 Ekim 2012 Pazartesi

"Çanakkale 1915" Efsane Film Olabilmiş Mi???

Cumhuriyet Bayramı dolayısıyla bugün vatani duygularım epeyce kabarıktı. Sonuç olarak kendimi "Çanakkale 1915" adlı filmin gişesinde buldum. Biletimi aldım. İçeri girdim. Film başladı. Ve daha ilk dakikalardan hata yaptığımı anladım.

Neresinden başlasam bilmem: Sanırım önce senaryoya bir baksak iyi olacak. "Çanakkale 1915" Turgut Özakman'ın "Diriliş" adlı eserinden sinamaya uyarlanmış bir film.  Bir kere filmin senaristi kesinlikle Turgut Özakman olmamalıydı. Kendisini çok severim, ama kitap yazmak başka, film yazmak başka.
* 18 Mart 1915 Deniz Savaşının azameti, maalesef filme yansımamıştı. Batırılan onca gemiden sadece bir kaç tanesinin ismi zikrediliyor, herhangi dirençle karşılaşmadan birkaç gün içinde İstanbula varılacağını düşünen İngiliz savaş bakanı Churcill'in bahsi bile geçmiyordu. 270 kiloluk top mermisini (kiloyla ilgili farklı verilere rastlayabilirsiniz) sırtlayan Seyit Onbaşı'nın o meşhur hikayesi ise alışık olmadığımız, farklı bir versiyonla işlemişti .
* O büyük deniz savaşından beş hafta sonra başlayan kara savaşlarıyla ilgili kritik olayların çok azına yer verilmişti. Örneğin gözlerim Yahya Çavuş'un hikayesini aradı. Ve Mustafa Kemal'in "Bence savaşın seyrinin değiştiği an işte o andır" dediği sahneyi. Ve "sargı yeri"nin bombalandığı o iğrenç sahneyi. Ve yağmurların yağıp siperleri suların bastığı o acıklı sahneyi. Ve tayyarelerin gökyüzünde sinekler gibi vızır vızır gezinip durduğu sahneleri (zira bu savaş hem denizden, hem karadan, hem havadan yapılan ilk savaştır.) Ve sonra karların yağıp düşmanın pes edip geri çekildiği sahneyi. Ve sonra "Türkler artık üzerimize uçarak geliyor" dediği sahneyi. Ve daha nice efsane sahneleri. Zaten Nisan'da başlayıp Ocak'ta bitmiş bir savaşı anlatan bir filmin, daha Ağustos ayı anlatılırken pat diye bitmesi, bir çok sahnenin çekilmesine müsade etmemişti.

* Gelelim Yeşim Sezgin'in üstlendiği yönetmenlik kısmına. "Madem bunlar yok, e ne var ki o zaman bu filmde???" dediğiniz duyar gibiyim. Cevabı ben vereyim: Son sürat geçilmiş bir sürü çok mühim hadise var. Mesela Muavenet Zırhlısı'nın düşman gemisini kurnaz bir planla vurması. Sonra o meşhur ateşkes günü. Sonra o kömür gemisi kılığındaki düşman gemisi River Clyde, Sonra komutanların bahsedip durdukları "Conk Bayırı, Arıburnu, Saroz..." gibi kritik noktaların bir tekinin bile haritada gösterilmemesi. Ve daha nice efsane olay.
* Filmin müzikleri de beni çok hayal kırıklığına uğrattı. Böyle büyük bir prodüksyonun müziklerinden bir albüm çıkartmak mümkün olabilecekken, pek çok şarkı "derleme" diyebileceğimiz bir pozisyona sahipti. Mesela "Cesur Yürek" filmiyle özdeşleşmiş olan o meşhur soundtrack'i bu filmde de duymak, doğrusu beni çok şaşırttı. Hele Mustafa Kemal'li sahnede mehter marşı kullanmak, acaba kimin fikriydi çok merak ediyorum. Maalesef sadece bir tek soundtracki beğendim. Onu da kim dinlese beğenir diye tahmin ediyorum. 
* Filmde oyunculuklar hiç fena değildi. Özellikle Mustafa Kemal'i canlandıran İlker Kızmaz'ı ve filmin diğer gençlerini çok taktir ediyorum.
* Animasyon ekibinin de hakkını vermek lazım. Gayet başarılılardı.
* Filmde Allah'ın adının çokça zikredilmesi taktire şayandı.
* Diğer taraftan pek çok sahnede göz yaşlarımı tutamadığımı itiraf etmek zorundayım. Yaralı askerlerin siperlerde ölüme terkedildiği sahne, Mustafa Kemal'in komutayı devralıp hücum emri verdiği sahne, ve bunun gibi içinize işleyecek bir kaç sahne daha. Filmin geneline bakıldığında ise daha konuşulacak onlarca yönünün olduğu kesin. Ama anlatmakla bitirmek zor.  
 
Filmi izlemenizi tavsiye etmekte güçlük çekiyorum. Zira bence konuyla ilgili belgeselleri izlemek, ya da kitapları okumak mantıklı. Ama siz bilirsiniz.

Cumhuriyet Bayramınızı tüm içtenliğimle kutluyorum.

Hayata İyi Seyirler...

28 Ekim 2012 Pazar

"Pi" Sayısını Ezbere Bilmeyen Var Mıdır???

Hiç kafayı birşeye taktığınız oldu mu? Geri kalan herşeyi ve herkesi unutup sadece ve sadece o işe odaklandığınız? Başınıza ağrılar da girse, etrafınızdaki insanlar tepki de gösterse vazgeçmediğiniz? Mutlaka olmuştur. İşte bu filmde de benzer bir hikaye görüyoruz. Bakalım "Pi" adlı filmin kahramanı kafayı neye takmış.

Maximillian Cohen (Sean Gullette tarafından canlandırıyor), genç bir yahudi matematikçidir. Ayakkabı kutusu kadar bir evde çok işlemcili bilisayar ağının başında gecesini gündüzüne katıp borsa iniş çıkışlarını öngörebilen bir patern bulmaya çalışmaktadır. Çalışmaları sırasında kendini o kadar zorlar ki sık sık migren atakları geçirir ve avuç avuç haplar yutarak ayatkta kalabilmektedir.. Ara ara nefes almak için eski bir matematikçi olan bir arkadaşıyla go oynamakta, ancak o sırada bile kendini, sayıları konuşmaktan alıkoyamamaktadır. Bir gün yeni tanıştığı Yahudi bir genç, Maximillian'ı ebced hesabıyla tanıştırır. Bu hesaplama sistemi Max'in kafasında bazı taşların yerine oturmasını sağlar. Aynı günlerde kendisine ısrarla iş teklif eden bir şirketin verdiği bir işlemci sayesinde teknik sorunlarını da çözen Max nihayet bir sayıya ulaşır. Ancak bu sayının, "hayatın şifrelerini temsil eden sayı" olduğunu farketmesi ve pek çok kişinin bu sayının peşinde olduğunu öğrenmesi herşeyi değiştirecektir.  

Bilmeyenler için ufak tefek birkaç bilgi: Adamımızın aradığı "patern" matematiksel bir terim. "Bir denklemin daha başlarında bir ritim tutturabilirseniz, devamındaki ritmi tahmin edebilirsiniz. Yada o ritim zaten kendini tekrarlayan bir ritimdir. Filmde bir de "ebced hesabı"ndan bahsediliyor. Harflere verilen sayı değerlerinin toplanması sayesinde kelimelerin ve cümlelerin şifrelerini bulmaya çalışmak için bulunmuş bir hesap. Bazı dinler için kutsal, bazı dinler içinse batıl bir inançtır.
    
1998 yapımı "Pi"nin senaristi  ve yönetmeni Darren Aronofsky. Bu isim size birşey ifade etmediyse bir de beyefendinin çektiği diğer filmlere bakın. Black Swan (Siyah Kuğu), Requiem For a Dream (Bir Rüya İçin Ağıt), The Fountain (Kaynak), The Wrestler (Şampiyon). Belki şimdi birşey ifade etmiştir. Bu filmlerden en az birini bile izlediyseniz, "Pi"nin de ne kadar farklı bir tarzının olduğunu tahmin edebilirsiniz. Bu arada dikkat!!! Beyefendinin "Noah" (Nuh) adlı filmi, 2014'te gösterime girecek. Nuh Peygamber rolünde ise Russel Crowe oynuyor.

Ben bu filmi, Darren Aronofsky'nin en zayıf filmi olarak görüyorum. İzleyin, siz karar verin.

Hayata İyi Seyirler...

27 Ekim 2012 Cumartesi

"The İmam"ın Dönüşü Muhteşem Olacak Mı???

Dini içerikli filmler serimiz güzel tepkiler alıyor. Peki bu kez en az "Büşra"daki ve Muharrem'deki ("Takva" filminin ana karakteri) kadar iyi empati kurulmuş, ancak daha eğlenceli bir film olan "The İmam"a şöyle bir bakmaya ne dersiniz?

2005 yapımı film, Emre karakterinin trajikomik hikayesini anlatıyor. Emre'nin hikayesi şöyle: Emrullah, İmam Hatip Lisesinde öğrenciyken, civardaki okulların kızları tarafından kendisiyle sürekli "ölü yıkayıcı" diye dalga geçilir. Bu sebeple başlayan "aslını inkar etme" saplantısı, zamanla Emrullah'ı iyice sarar. Emrullah artık "Emre Bey" olmuştur. Dini inancı gücünü korusa da, dini yaşantısı kalmamıştır. Ekonomik geliri yüksek, ancak evliliği bozuktur. Bir gün İmam Hatipli arkadaşlarından Mehmet, Emre'yi ziyaret eder. Ancak bu ziyaretin amacı sadece hal hatır sormak değildir. Mehmet, kendi köyünün imamıdır. İstanbul'a ise kanser tedavisi için gelmiştir. Mehmet Hoca, tedavisi süresince köyünün cematini huysuz ve patavatsız Hacı Feyzullah'a bırakmaktansa Emrullah kardeşine bırakmayı teklif eder. Hasta arkadaşının ricasını kıramayan Emre, uzun saçları, kot pantolonu, deri ceketi ve havalı motoruyla köye varıp, kendini tanıtınca macera başlar. Bu yolculuk, Emre'nin Emrullah'la yüzleşmesini sağlayacak ve yıllarca kaçmaya çalıştığı sıfatların yeniden üstüne yapışmasına sebep olacaktır. Nihayetinde kaçınılmaz son gerçekleşecek, Emrullah, kaderden kaçamayacaktır.

Filmin senaryosu da kurgusu da çok güçlü. Ömer Lütfi Mete gerçekten de çok iyi yazmış. Yönetmen İsmail Güneş de temiz ve sade bir film çekmiş. (Gerçi Emre Bey'in hayatı daha iyi işlenebilirdi ama olsun.) İzlemesi çok keyifli. Hele oyunculukların hepsi birer efsane. Hacı Feyzullah (Ahmet Yenilmez), köyün delisi (Mehmet Usta), Mehmet Hoca (Emin Gürsoy), Haydar... Hepsi de birbirinden başarılı. Üstelik hepsi de Eşref Ziya Terzi'den (Emrullah) daha başarılı.

Filmi izleyin. Hem çok eğlenecek, hem de beğeneceksiniz. 

Kurban Bayramınız Kutlu Olsun.

Hayata İyi Seyirler...

26 Ekim 2012 Cuma

"Takva" Sahibi Olmak Kolay Mı???

Bayramın 3. gününde yine dini içerikli bir filmi inceleyelim. Ancak bu kez başrol oyuncusu bir kadın değil, bir erkek olsun. Hem de bu erkek oyuncu Erkan Can olsun. Güven Kıraç da ona yardım etsin. Sanırım 2006 yapımı "Takva" adlı film, bu konsepte çok uygun.

"Takva"da gerçekten takva sahibi bir müslümanın hayatını izliyoruz. Filmimiz şöyle: Baba yadigarı fakirhanesinde kendi halinde, sessiz sakin bir hayat süren Muharrem, gündüzleri çalışıp geceleri düzenli olarak bağlı bulunduğu dergahına gitmektedir. Muharrem, orada diğer cemaat ehliyle beraber ibadet etmekte, zikirlerini çekmekte ve dini vecibelerini yerine getirmektedir. Bir gün, dergah tarafından kendisine önemli bir görev verilir. Dürüstlük ve takva sahibi Muharrem, artık dergahın maliye işlerine bakacaktır. Kendisi bu sorumluluğun ne kadar büyük olduğunun farkındadır, fakat işi reddemez ve göreve başlar. Başlarda herşey yolunda gidecektir. Ancak zaman içerisinde Muharrem, mali işlerin son derece çetrefilli bir iş olduğunu farkeder. Durumu kurtarmak için de gereksiz yere inisiyatifler ve yanlış kararlar almaya başlar. Ayrıca, o güne kadar bekar bir hayat yaşayan ve kadınlardan hep uzak duran Muharrem, sürekli olarak karşılaştığı hoş bir genç kadına karşı korkunç bir cinsel istek duymaya ve o kadını rüyalarından atamamaya başlar. Kafası karışan Muharrem, artık takvadan uzaklaşmış, adeta dejenere olmuştur.

Ayrıca, filmin kısa özetinde yazamadığım, ama aslında çok beğendiğim bir sahne var. Dergahın önde gelenlerinin, Muharrem'e o zorlu görevin verilip verilmemesi konusunda yaptıkları konuşmalar çok güzel. İlim sahibi bir adamla ilim sahibi olmayan bir adamın, elinde hiçbir şeyi olmayan bir adamla, elinde birkaç şey olan adamın farkı orada ortaya çıkıyor.

En iyisi ben yazmayayım, ama siz izleyin. Pek çok yurtdışı festivalinde türlü türlü ödüller almış olan bu filmi, zihinsel arşivinize atın.

Kurban Bayramınız tekrar kutlu olsun.

Hayata İyi Seyirler...

25 Ekim 2012 Perşembe

"Büşra" Kurban Mı, Günah Keçisi mi???

Kurban Bayramına girdiğimize göre bu mübarek günleri görmemezlikten gelmek ayıp olur. Ara sıra vizyona, dindar insanların hikayelerini anlatan ilginç filmler giriyor. Bunların çoğu sanat filmi tadında (yani biraz ağır ve sıkıcı, hatta bazen bayık), çoğu zaman da ürkekçe oluyor. Öyle zannediyorum ki senaristler, yapımcılar ve yönetmenler bu tür filmleri çekerken bazı tabulara dokunduklarının farkında oldukları için biraz çekingen davranıyorlar. Lütfen bunu bir eleştiri olarak almayın. Sadece bir tespit olarak alın.

Gelelim "Büşra"ya. 2009 yapımı "Büşra" adlı filmde durum biraz daha farklı. Zira "Büşra" adlı dindar genç kız, aslında "LeMan" dergisinin sivri çizerlerinden Bahadır Boysal'ın yarattığı "Büşra" karakteri. Bu yüzden "Büşra" karakterinin alt yapısı güçlü. Senaryosu da bizim ülkenin kozmopolitik ve çeşitlilik yapısına, ve gelgitli dini yaşantısına çok uygun. Filmin başrolünü ise Mine Kılıç ve Tayanç Ayaydın paylaşıyorlar.

Konusu şöyle: Büşra, "Beyaz Müslümanlar" da denen, varlıklı ama dindar bir ailenin, dindar kızıdır. Kendisi aynı zamanda Cumhuriyetçi gazeteci yazar Yaman'ın da hayranıdır. Bu iki zıt yaşamın yolları, bir gün hiç umulmadık şekilde kesişir. Ancak ortada tuhaf bir durum vardır: İkilinin yaşam tarzları oldukça farklı olduğu halde, kişilikleri hemen hemen aynıdır. İkili bu durumu farkedince aralarında bir yakınlık başlar. Bu sırada Büşra'nın sözlüsü olacak adamın tutarsız davranışları ve Yaman'ın Yoga Hocası olan genç kadının müdaheleleri, ikilinin arasındaki bağı daha da güçlendirecektir. Film boyunca zavallı Büşra pek çok ortama girip çıkmak zorunda kalacak, kimine yakışacak, kimine de yakışmayacaktır.

Filmde, güzel ülkemdeki dindar genç kızların sorunlarının sadece küçük bir kısmına değinilebildiğini düşünüyorum. Ama yine de yeterli kadar empati yapabileceğiniz gerçekçi bir atmosfer yaratılmış. Bunun gibi filmlerin zaman içerisinde daha iyi oturacağını düşünüyorum.

İzleyin. Yorumlarınızı yazın. Taleplerinizi dile getirin. Elbet yapımcılar sesinizi duyacaktır.

Kurban Bayramınız Kutlu Olsun.

Hayata İyi Seyirler...          

23 Ekim 2012 Salı

"Ejderhanı Nasıl Eğitirsin"???

Çoğu zaman bir film izlemek istersiniz. Bir film seçersiniz. Onu izlersiniz ve memnun kalmazsınız. İzlediğinize pişman olursunuz. Ama bu olay, animasyon filmler için geçerli değil. Çünkü bu tür lerin çoğu, çok başarılı. Bunlardan biri de Cressida Cowell'in romanından uyarlanan“Ejderhanı Nasıl Eğitirsin?”

2010 yapımı “Erderhanı Nasıl Eğitirsin?” (How To Train Your Dragon) film, bir Viking köyünde geçiyor. Sürekli olarak ejderhaların saldırısına uğrayan bu köyün tüm erkekleri iri yarı, güçlü, kuvvetli, inatçı, sağlıklı, iştahlı, korkusuz ve cesur ejderha avcıları. Biri hariç: Hıçkıdık. Hıçkıdık, köyün liderinin çelimsiz ve sakar, ama zeki oğlu. Köyün tüm gençleri kız-erkek ayrımı olmadan ejderha avcısı olarak yetiştirilirken, zavallı Hıçkıdık “Geğirik Amca”sının demirci atölyesinde çalışmaktadır. Hıçkıdık'ın en büyük hayali, bir ejderha öldürüp babasının gözüne girmek, köydeki imajını düzeltmek ve özellikle de aşık olduğu kızın kalbini fethetmektir. Yine ejderhaların köye saldırdığı bir gün, Hıçkıdık gerçekten de bir ejderha vurur. Hem de “Gecenin Öfkesi” diye adlandırılan en güçlü ejderhalardan birini. Ama bir ejderha vurduğuna kimseyi inandıramaz. Sonra da gidip vurduğu ejderhayı aramaya gider ve onu bulur. Şimdi yapacağı tek şey yaralı ejderhayı öldürüp köye götürmektir amaaaaaa..........

Hikayenin devamını filmi izleyerek öğrenin. Film çok güzel. Pişman olmazsınız.

Hayata İyi Seyirler...



"Robin Hood" Kalplerimizi Çalabildi Mi???

Robin Hood efsanesiyle ilgili 10 yılda bir yeni film çekilmezse olmaz. Yıllar önce Kevin Costner'ın oynadığı, ama filminden çok müziklerinin konuşulduğu (Guns'n Roses ve o ünlü şarkısı Everything I do, I do it for you) o filmden sonra, bu kez hırsızlar prensini Russell Crowe'un oyunculuğuyla izliyoruz.

2010 yapımı filmde Robin Hood efsanesinin doğuşu farklı bir yorumla ve farklı bir versiyonla ele alınmış. Okçu Robin Longstride, Kral Richard'ın Fransa'da ölmesinin ardından Alan ve Küçük John'la beraber İngiltere'ye dönüyor. Bu dönüş sırasında, Fransız işgalciler tarafından saldırıya uğrayan köyde, ölmek üzere olan Locksleyli Robert'la tanışmak durumunda kalıyor. Ancak ölmek üzere olan şövalye, son nefesinde Robin'e bir kılıç emanet ediyor ve babasına ait olan bu kılıcı Nottingham'daki kız kardeşi Marian'a ulaştırması için Robin'den söz alıyor. İşte bu kılıç hikayesinin devamında, Robin'in Robin Hood ismini alışı; yegane aşkı olan Lady Marian'la tanışması; Küçük John ve Peder'le yaşadıkları olaylar bambaşka bir senaryoyla karşımıza çıkıyor.

Kişisel görüşlerime gelirsek; nasıl ki o yukarıda bahsettiğim 1991 yapımı Robin Hood'u izlediğimden beri Kevin Costner'ı başka bir filme yakıştıramıyorsam bu filme de Russell Crowe'u hiç konduramadım. Hatta bu filmi bir Robin Hood hikayesi gibi değil, bambaşka bir film izler gibi izledim. Olmamıştı sanki, birşeyler eksikti. Ya da bana öyle geldi, bilemiyorum.

Yürekten tavsiye edebileceğim bir film değil. Ama yine de izlemek isterseniz, Robin Hood filmi izler gibi değil, başka bir dönem filmi izlermiş gibi izleyin. Belki o zaman keyif alırsınız.

Hayata İyi Seyirler...

Michael Jackson "Hayaletler"e mi Karıştı???


Michael Jackson hayatı boyunca hep şarkı söyledi, dans etti, klip çekti, söz yazdı, beste yaptı ve hep bu yönleriyle konuşuldu. Ama aslında çok az konuşulan bir iş daha yaptı: film çekti.

Hayaletler” (Ghosts) adlı filmden haberiniz var mı? Size “Efsane Adam”ın, 1997'de çektiği kısa filmden bahsetmek istiyorum. Film, hayaletlerin yaşadığı korkunç bir evde geçiyor. “Başka Bir Yer” (Somewhere Else) denen kasabanın sakinleri ellerine meşalelerini alıp liderlerinin eşliğinde hayalet eve geliyorlar. Ne için mi? “Çocuklarımızı korkutuyorsunuz, kasabamızı terkedin.” demek için. Bunun için Michael Jackson tarafından canlandırılan hayaletlerin lideri ile görüşmek istiyorlar. Ancak görüşme hiç de bekledikleri gibi gitmiyor ve kasabalılar kendilerini, anlam veremedikleri bir oyunun içinde buluyorlar.

Film 35 dakika sürüyor. Bunun büyük çoğunluğunda Michael Jackson'ın kendisini izliyoruz. Çünkü beyefendi kasabalırın liderini de, hayaletlerin liderini de kendisi oynamış. Bunun yanında Birkaç yan rolü daha var. Beyefendi ayrıca kamera arkasında da pek çok görevde yer almış. Kısa filmin senaryosunu da Stephen King'le beraber yazmışlar.

Film çok neşeli bir fantastik gerilim filmi. Sanki “Thriller”ın klibinin gelişmiş hali gibi. Michael Jackson'ın yaşam tarzına uygun. Ayrıca çocuksu ruhuna, ve ömrünü verdiği müzik ve dansa da.

İzleyin, rahmetliyi yad edin.

Hayata İyi Seyirler...


22 Ekim 2012 Pazartesi

Tom Hanks "Yeni Hayat"ına "Terminal"de mi Devam Edecek???

Tom Hanks öyle bir oyuncu ki en dümdüz, en temel rolü bile oynasa parlayabiliyor. Zaten genellikle öyle senaryolara evet diyor ki, neredeyse yanında ne bir kadın oyuncu, ne de bir erkek oyuncu durabiliyor. Duranlar da sivrilemiyor.

Örneğin 2000 yapımı gerçek yaşam öyküsünden esinlenilmiş olan “Yeni Hayat” (Cast Away) adlı film. Beyefendi bu filmde bir kargo şirketinde çalışan evli bir adamı oynuyor. Tam Noel öncesi 4 çalışan, bir kargo uçağına binip teslimat için yola çıkıyorlar. Ancak hiç umulmadık şekilde bindikleri uçak okyanusa düşüyor ve 3 kişi ölüyor. Kazada hayatta kalan tek kişi ise Chuck Noland'ı canlandıran Tom Hanks oluyor. Chuck bilinci yerine geldiğinde kendini ıssız bir adada buluyor. Böylece 4 yıl sürecek hayatta kalma mücadelesi başlıyor.

İkinci bir örnek olarak “The Terminal”i verebilirim. Yine gerçek bir yaşam öyküsünün konu edildiği 2004 yapımı olan bu filmin yapımcısı Steven Spielberg. Tom Hanks bu filmde Krakozyalı (aslında hayali bir ülke) sıradan bir vatandaş olan Viktor Navorski'yi oynuyor. Viktor kendi ülkesinden New York'a doğru yola çıkıyor. Ancak bindiği uçak henüz havadayken ülkesinde askeri darbe yapılması sonucu zavallının pasaportu geçersiz sayılıyor ve talihsiz adam tam 17 yıl sürecek olan havaalanı yaşamı başlıyor.

Beyefendinin oyunculuğu öylesine güçlü ki, ortalama iki saat süren bu filmlerin neredeyse %80'inde beyefendiyi izliyoruz, üstelik de hiç sıkılmadan.

Ben bu filmlerin ikisini de tavsiye ediyorum. İzleyin, gülün, eğlenin, öğrenin.

Hayata İyi Seyirler...

21 Ekim 2012 Pazar

"Cehennem Melekleri" Uçsun mu???

Daha 13-14 yaşlarındayken defterlerime Sylvester Stallone'un çıkartmalarını yapıştırırdım. Tabi Arnold'ın da. Ve tabi Bruce Willis'in de. E bazen Van Damme'nin ve ara sıra Chuck Norris'in de. Bu çatlak adamların hepsini, buna ilaveten Jet Li ve Jason Statham'ı, tek bir filmde göreceğimi tahmin bile edemezdim. Ama delinin biri çıktı ve hem yazdı, hem yönetti, hem yaptı hem de oynadı. Bu deli: Stallone'du.

Kendisi 2010'da tüm bu isimleri derledi toparladı; sıradan ama güzel bir senaryo yazdı; espirilerle süsledi; vuruşma, çatışma, patlama, patlatma, restleşme, dayanışma, kaçma, kovalama sahneleri koydu . Sonra da “The Expendables”ı (Cehennem Melekleri'ni) piyasaya sürdü.

İki yıl sonra, filmin yeterince reaksiyon aldığını görünce aynı ekibe bir kaç “marka” isim daha ekleyip ikinci filmi de çekti. Ayrıca bu filmde aksiyon miktarı bir kuple daha artırıldı ve alın size “The Expendables 2” ortaya çıktı.

Filmlerdeki espirileri anlayabilmeniz için bu adamların eski filmlerini de izlemiş olmanız gerekiyor. Benim bu konuda pek eksiğim olmadığı için filmlerin ikisini de severek izledim. Size de tavsiye ediyorum.

Hayata İyi Seyirler...

"Tetikçi"nin Namlusunun Ucunda Durulur mu???


My name is Chev Chelios and today is the day that I die.” Bu filmi izlediğim gün bu repliği kimbilir kaç kere söyledim, hatırlamıyorum. Jason Statham o tok sesiyle filmin tamamını,tekerlemeyi andıran bu cümleyle özetledi. “Adım Chev Chelios ve bugün benim öldüğüm dündür.”
2006 yapımı “Tetikçi” (Crank) filminden söz ediyorum. Profesyonel bir tetikçi olan Chev Chelios'ın kanına, düşmanı tarafından bir zehir enjekte edilir. Tetikçimiz, ne olduğunu anlamak için hemen doktoruna ulaşır ve sıkıntısını anlatır. Doktoru ise adamımıza pek iyi haberler veremez. Zira adamımızın kalp atışı ve kan dolaşımı yavaşlarsa adamımız ölecektir. Bunu önlemenin tek yolu ise sürekli tempolu hareket etmek ya da vücuduna sürekli adrenalin pompalamaktır. Buna rağmen yakında ölecektir. Ancak adamımız, ölmeye hazır değildir. Özellikle de intikamını almadan...
Bu film bu haliyle çok tutulduğu için, ikincisi de çekildi. Elbetteki filmin ilk sahneleri Chev Chelios'un ölümüne bir kılıf bulma şeklinde başladı. Senaryo yine aynıydı, ama maalesef ikinci film, ilki kadar lezzetli değildi. (Aynı yemekten ikinci tabak yemek gibi).
Bu tür filmleri yanınızda bir doktor varken ya da bir doktor gözüyle izlemek yanlış olur. Ne de olsa böyle fantastik bir senaryoyu mantık çerçevesine oturtmaya çalışmak mantıklı değil. Ha bir de filmin bazı sahnelerinde yanınızdaki kadını mutfağa çay doldurtmaya göndermenizi tavsiye ederim.
Filmleri izleyin, eğlenin.
Hayataİyi Seyirler...


"Hırsız" Olmanın Bedeli Bu Kadar Ucuz Mu???

Dün “Oh be! Televizyonda Jude Law filmi varmış. Dur, şunu bir izleyeyim” diyerek 2006 yapımı “Hırsız” (Breaking and Entering) adlı bir filmin başına oturdum.Oturmaz olaydım. Sebeplerini açıklayayım.

Bir kere filmin adının “Hırsız” olduğunu, başrolünde de Jude Law'ın oynadığını görünce hırsızın Jude Law olduğunu zannetmiştim. Ama yanılmışım. Jude Law bir peyzaj mimar rolündeydi kendisinin işyeri soyuldu.

İkincisi, film her yönüyle bizim yaşam tarzımıza aykırıydı. Filmde birlikte yaşama, hırsızlık yapma, fuhuş yapma, çocuğunu babasından kaçırma gibi olmadık eylemler neredeyse aklanmış. Film boyunca herkes bir suç ya da bir kabahat işledi, ama kimse ne bir bedel ödedi, ne de bir ceza çekti. Bilakis, hepsi huzura erdi.

Filmin konusunu anlatma ihtiyacı bile bulmuyorum. Çünkü bu filmi beğenmedim. Beni oranlarını da abartılı buldum. Tavsiye etmiyorum. Yine de illa izlemek istiyorum diyorsanız, siz bilirsiniz.

Hayata İyi Seyirler...

20 Ekim 2012 Cumartesi

"Hepsini Vur"mak Zor Olmayacak mı???

Aksiyon filmlerinin çoğu genelde birbirine benzer. Kırk yılda bir bir tanesi çıkar ve bir şekilde ötekilerden ayrılır. Bu film absürt sahneleriyle ayrılıyor diğerlerinden. 2007 yapımı “Shoot'em Up”tan (Hepsini Vur!)dan bahsediyorum.

Canından bezmiş münzevi bir tetikçi olan Smith, bir gece tek başına otobüs durağında otobüs beklemektedir. O sırada adamımız genç ve güzel, ama hamile bir kadının, hem de doğumu başlamış olan bir kadının, acılar içinde kıvranarak peşindeki silahlı adamlardan kaçtığına şahit olur. Kendi kendine bir vicdan muhasebesi yapar ve zavallı kadına yardım etmek için kollarını sıvar. Bir yandan silahları adamları atlatmaya çalışırken bir yandan kadına doğum yaptırır. Fakat o anda kadının başına bir kurşun isabet eder ve kadın ölür. Smith, elinde bir bebekle ve cevapsız sorularla silahlı adamların hedefinde kalakalır. Ancak adamımız olayı çözmeye ve bebeğin güvenliğini sağlamaya kararlıdır. Bunun için çalacağı kapı kimin kapısı dersiniz? Bir fahişeyi canlandıran Monica Belluci'nin.

Film baştan sona uçuk kaçık sahnelerle dolu. Ayrıca aman dikkat. Yanınızda bayan arkadaşlarınızla izleyebileceğiniz bir film değil. Yani önce onları atlatın, sonra filmi izleyin.

Hayata İyi Seyirler...

"Argo" Konuşulur mu???

Son zamanlarda Hollywood'un en çok parlayan yıldızı sizce kim? Aklınıza bir kaç isim geliyordur mutlaka. Bir tane de ben söyleyeyim: Ben Affleck. Buna kimsenin itirazı olmaz herhalde. Son bir kaç yıldır beğeni oranları çok yüksek filmlerde oynuyor. Gerçi dahabeyefendinin hiç bir filminin hasılat rekorları kırdığını görmedim. Fakat kariyerinde hızlı ama emin adımlarla ilerlediği kesin.

Kendisini bu kez daha yeni gösterime girmiş olan "Operation: Argo" adlı filmde izliyoruz.  Film 1989'da geçiyor. İranlı devrimciler İran'daki Amerikan Elçiliğine saldırıyor ve binadaki Amerikalıların bir kısmını rehin alıyor. Ancak Amerikalıların 6 tanesi oradan kaçıp Kanada Elçiliğine sığınmayı başarıyor. CIA ise o 6 vatandaşını kurtarmak için derhal bir kurtarma operasyonu başlatıyor: "Operasyon: Argo". Operasyonu yönetecek olan kişi ise Ben Affleck'in canlandırdığı Tony Mendez. Tony Mendez ilginç bir plan hazırlıyor ve sanki bir film çekiyormuş gibi yapıp rehineleri kurtarmaya çalışıyor. Yani film sahte, ama operasyon gerçek.
 
Filmin "operasyona hazırlık sahneleri" süper. Tony Mendez'in o kısıtlı vakitte öne çıkardığı detaylar ve ekibini eğittiği sahneler şahane. "Vay be, neleri düşünmüşler" dedirtiyor insana. 
 
Filmi izleyin, gerilmeyin ama heyecanlanın. Pişman olmayacaksınız.
 
Hayata İyi Seyirler...

19 Ekim 2012 Cuma

"Ip Man" izlemeyeni Dövüyorlar mı???

Hiç beğeni oranları %80'i geçen karate filmi olur mu? Olur. Nasıl olur? Film aynı zamanda bir tarih filmi olursa, gerçekten yaşanmış bir hayat hikayesini anlatıyorsa, hele bir de bu hikaye "Bruce Lee"nin hocası olan "Ip Man"ın hikayesi ise olur.

2008 yapımı "Ip Man", (okunuşu "yip man" şeklinde) izlediğim en iyi filmlerden biriydi. Hikaye Çin'de geçiyor. Her köşe başında bir dövüş sanatı okulunun açıldığı bir dönemde, sessiz ama yetenekli dövüş ustası Ipman'ın açtığı okulu kabullenmek istemeyen diğer dövüş ustalarının Ip Man'a meydan okumalarını izliyoruz. Bu da yetmiyormuş gibi bir çocuk babası olan Ip Man, bir de karısının kendisine manevi olarak destek olmamasından ötürü mağdur durumdadır. Ancak ustamız, ailesinin geçimini sağlamak zorunda olan biridir ve "sakin atın çiftesi pek olur" hesabı, önündeki taşları tek tek temizleme kararı almak zorunda kalır.

Donnie Yen'in canlandırdığı bu onurlu adamın çok tutmuş öyküsü elbette filmin ikincisinin de çekilmesini sağladı. Gerçi ben, ticari olduğunu düşündüğüm bu ikinci filmleri izlemem. Ama bu filmin ikincisi olan "Ip Man 2" de çok iyiydi. Bu kez Ip Man, tüm dövüş okullarının 2. Dünya Savaşında çıkan ekonomik krizler yüzünden kapanması sonucu, bir maden ocağında çalışmaya başlar. Japon istilacıların denetiminde olan bu ocakta Çinli işçilere hiç merhamet gösterilmemektedir. Hatta işçiler adeta Japon subayların hedef tahtası konumuna düşmüş durumdalardır. Ip Man'ın çok sevdiği bir arkadaşı, bir Japon subay tarafından keyfi öldürülünce, dananın kuyruğu kopar, ve Ip Man Japonlara bunun hesabını sorma kararı alır.

Ben her iki filmi de çok beğendim. Köşeye sıkışan bir adamın neler yapabileceğini bir kez daha gördüm. Siz de izleyin. Efendiliği ve karizmayı bozmadan yiğitlik yapmak nasıl bir şeymiş, görün.

Hayata İyi Seyirler...   

18 Ekim 2012 Perşembe

"Kapıdaki Düşman" Nasıl Öldürülür???

Jude Law nasıl bir adamdır anlamıyorum. Kendisini hangi filmi izliyorsam, sadece o karakteriörüyorum. Adam o kadar iyi bir oyuncu ki kendisi geri planda kalmayı, oynadığı karakteri ön plana çıkartmayı çok iyi başarıyor.

"Enemy At The Gates"ten bahsetmek istiyorum. Yani "Kapıdaki Düşman"dan. 2001 yapımı bu filmde de Jude Law'ı değil, Vassili adlı bir Rus keskin nişancıyı izliyoruz. Dedesinin daha çocukken karlı dağlarda geyik avlamayı öğreterek çekirdekten yetiştirdiği Vassili, 2. Dünya Savaşı esnasında Almanlar Rus toprakları içindeki Stalingard sınırına varınca, marifetlerini sergilemek zorunda kalır ve çok üst düzey subayları 5 dakika içinde tek tek temizler. Bu başarının üzerine kendisi, ordunun keskin nişancısı olarak görev yapmaya başlar. Tek görevi ise usta oyuncu Ed Harris'in canlandırdığı Alman keskin nişancısını öldürmektir. Böylece iki keskin nişancı arasında adeta bir kedi-fare kovalamacası başlar. İşin içine biraz da dostluk ve aşk katınca senaryo iyice renkleniyor.

Uzun zaman okçuluk yapmış biri olarak, hedefi vurmanın ne kadar keyifli bir şey olduğunu biliyorum. Bu yüzden her iki karaktere de az çok empati yapabildim ve filmden çok keyif aldım.

Ama eminim filmi izleyen herkes en az benim kadar keyif alacaktır. Zaten filmin reytingleri de öyle söylüyor. İzleyin, pişman olmazsınız.

Hayata İyi Seyirler...

"Kırmızılı Kadın"ı İzlemeyen Var mı?

Biraz nostalji yapmaya ne dersiniz? Film sektöründe sayısız kere "aldatma" hikayesi izlemişizdir. Çoğu dramatik, bazıları da trajikomiktir. Ama bu kadar komiği var mıdır, bilemiyorum.

1984 yapımı "Kırmızılı Kadın"dan (The Woman In Red) bahsediyorum. Filmde evli barklı ve işinde gücünde bir adam olan Teddy'nin, kapalı otoparkta aniden etekleri uçuşan bir kadına gönlünün kayıvermesi ve sonrasında gelişen komik olaylar konu ediliyor. Zampara arkadaşların da Teddy'nin aklını iyice karıştırması sonucu adamımız, çok sevdiği karısına bir şey çaktırmadan macera aramaya kalkışıyor. Peki iyi aile babası Teddy, acaba karısını aldatmayı başarabiliyor mu? Yoksa yakalanıp ele güne rezil mi oluyor?

Bu eski ama şirin komedi defalarca izlenmeye değer. Filmin başrolünde Gene Wilder oynuyor. Şahsen o adamın tipine bile baksam gülüyorum. Rol yapmasına gerek yok. Türkiye'de de bir versiyonu çekilmiş olan filmin başrolünde Şener Şen oynuyordu.

Filmi izleyin. İzlediyseniz bile bir daha izleyin. Ben yıllar sonra izlediğimde bile ilk izledimdeki tadı aldım. Sizin de öyle hissedeceğinizden eminim.

Hayata İyi Seyirler...

17 Ekim 2012 Çarşamba

"Prometheus" Bizi Gerer mi???

Bir zamanların ünlü film serisi olan "Alien"ları izleyenler bilirler. Baştan sona gerilimdir. Bir tane bile espiri ya da komik sahne yoktur. Bir çok yerde kasılırsınız. Yer yer gözlerinizi kapatırsınız. Bazen de tiksinirsiniz. Gerilim sevenler için dört dörtlük bir filmidir.

Serinin başlangıç hikayesini öğrendiğimiz 2012 yapımı filmde bir grup bilim adamının "Prometheus" adlı uzay gemisiyle insanoğlunun atalarını ve onların kalıntılarını keşfetmek için çıktıkları yolculuğu izliyoruz. Geminin mürettebatı gemiyi uzayın derinliklerinde bir gezegene sürüp bir iz bulmaya çalışıyorlar. İşin aslının farklı olduğu anlaşılıyor. Mürettebat, ilk kez alienlerle karşılaşıyor. Elbetteki bu karşılaşma hoş bir karşılaşma olmuyor. Alienlar bir sebeple mürettebata saldırıyor, bu saldırının sadece mürettebata yönelik değil, daha ziyade insan ırkının sonunu getirmek için yapılmış bir saldırı olduğunu ise, kimse bilmiyor.

Filmde bir çok ünlüyü bir arada görüyoruz. Başrolde bu kez "Doctor Shaw"u canlandıran Noomi Rapace'yi görüyoruz. (Kendisi Millenium -Ejderha Dövmeli Kız serisinin Lizbeth Salander'ı). Filmin yapay insanı David rolünde ise Michael Fassbender'ı görüyoruz. (X-Men First Class'ın genç Magneto'su). Bunun yanında Charlize Theron ve Guy Pearce gibi isimler de var.

Filmin Yönetmeni Ridley Scott onlarca ünlü filme (bazılarında yönetmen değil yapımcı olsa da) imza atmış. Hannibal, Gladiator, Cennetin Krallığı, A Takımı ve Robin Hood (2010) bunlardan sadece bir kaçı.

Bu arada Prometheus ne demek şöyle bir bakalım. Promethius bir Olimpos Tanrısı. Kendisi diğer tanrılardan ateşi çalıp insanoğlunun hizmetine sunuyor. Ancak daha sonra Zeus tarafından cezalandırılıyor. Nasıl mı? Bir kayaya bağlanıyor ve Zeus'un kartalı hergün onun karaciğerinden besleniyor. Peki neden karaciğer? Ertesi gün yeniden büyüsün ve hergün aynı acıyı çeksin diye. Ne de olsa kendisi ölümsüz bir tanrı.

Gerilim filmlerini seviyorsanız bu filmi mutlaka izleyin. Ama sevmiyorsanız yanından bile geçmeyin.

Hayata İyi Seyirler...

"Sil Baştan" Yaşamak Mümkün mü???

Jim Carrey'i genellikle komik filmlerde görmeye alışığız. Üst üste çektiği 7-8 filmin hepsinde bizleri çok güldürmüştür. Ama şu meşhur “Eternal Sunshine of the Spotless Mind” (Sil Baştan) adlı filmde, gelmiş geçmiş en iyi fantastik dramalara taş çıkarttı.

Kendisi 2004 yapımı filmde Joel adındaki bir karakteri canlandırıyor. Joel, bir gün eski sevgilisiyle ilgili tuhaf bir mektup alıyor. Mektuptan Clementine adlı eski sevgilinin, kendisini hafızasından sildirdiğini belirten bir belge çıkıyor. Bu durum karşısında çok şaşıran ve hatta kinlenen Joel, derhal aynı şirkete başvurup o da hafıza sildirme seansı almaya karar veriyor. Ancak ne zaman ki silme işlemi başlıyor, Joey Clementine'ini aslında hala sevdiğini anlıyor. İşte bence filmin başladığı nokta tam da burası.
Peki filmde eski sevgiliyi ki mi oynuyor? Titanic'in Rose'u Kate Winslet. Çifti birbirine yakıştıramasam da ikisi de oyunculuğun hakkını vermişler.

Filmin yönetmeni Michel Gondry. Kendisi daha sonra "Yeşil Yaban Arısı" adlı çizgi romanı filme uyarlayan yönetmen oldu.

File:Edmund Blair Leighton - Abaelard Und Seine Schülerin Heloisa.jpgBu arada araya bir genel kültür bilgisi sıkıştırmak istiyorum. “Eternal Sunshine of the Spotless Mind” İngiliz Edebiyatının köşebaşı yazarlarından Alexander Pope'un (1688-1744) bir "Abelard ve Helois" adlı eserinden bir mısra. "Kusursuz (Lekesiz) Dimağın (Hafızanın) Sonsuz Güneş Işığı". Romanın konusu ise gizlice evlenen bir hoca-öğrencinin yazdıkları mektuplardan oluşuyor. Evlendikten kısa bir süre sonra çiftin çocuklarının olmasıyla skandal ortaya çıkıyor ve kızın dayısı genç hocayı hadım ettiriyor. Gururlu hoca ise bu durumu kaldıramayıp Helois'i kafasından ve kalbinden siliyor. 

Filmi mutlaka ve mutlaka izleyin. Eski aşkına hala aşık bir adamın neler yapabileceini görün. Zaten reytingleri de çok yüksek. Hem de bu tür filmlerde görmeye alışık olmadığımız Jim Carrey'e rağmen. (Bu arada kendisinin hayranı olduğumu da belirtmek isterim.)

Hayata İyi Seyirler...

16 Ekim 2012 Salı

"Lorenzo'nun Yağı" Yenecek Bir Şey mi???

Bir insanın başına gelebilecek en zor şey çocuğunun acısını görmektir. Bazen çocuğunu seven bir anne ve babanın neler yapabileceğini düşündüğümde, anne babalar için "Delisiniz siz, hepiniz delisiniz" demeden geçemiyorum. (Ben de iki çocuk annesiyim, oradan biliyorum.)

1992 yapımı "Lorenzo'nun Yağı"nın yönetmeni "Neşeli Ayaklar 1-2" animasyonlarının da yönetmeni olan George Miller. Filmde tıpkı anlattığım gibi iki anne-baba görüyoruz. Susan Sarandon ve Nick Nolte'nin başrolleri paylaştığı filmde, 7 yaşına basmak üzereyken aniden amansız bir hastalığa yakalanan Lorenzo ve ailesinin gerçek hikayesini izliyoruz. Doktorların pek bilgisinin olmadığı, ilaç firmalarının henüz hiç gündeme almadıkları bir beyin hastalığına yakalanan zavallı Lorenzo, gün be gün yatalak bir hasta olmaya başlayınca evin annesi ve babası başlarının çaresine bakmak zorunda kaldıklarını farkederler. Bunun üzerine evin babası yıllar boyu sürecek olan biyoloji, kimya, otacılık ve tıp araştırmalarına başlar. Ailecek büyük bir fedakarlık ve sabır örneği gösteren film, azmin zaferini çok acı bir hikayeyle anlatıyor.

Bu arada gerçek Lorenzo 30 yaşındayken 2008'de hayatını kaybetti.

Film şahane. Eski meski demeyin, izleyin.

Hayata İyi Seyirler...

"Mistik Olay" İzlenir mi???

Şu New York'un başına gelen, pişmiş tavuğun başına gelmemiştir. Bir bakarsınız uzaylılar saldırır, bir bakarsınız yaratıklar. Bir gün meteor düşer, bir gün terörist saldırıya uğrar.

Talihsiz şehrimiz bu kez ise nefes alan herkesi "intihara meyilli akıl hastası"na çeviren salgın bir hastalıkla boğuşuyor. 2008 yapımı "Mistik Olay" (The Happening) adlı filmden söz ediyorum. Filmin başrolünde, karısıyla sorunlar yaşayan bir Fen Bilgisi Öğretmenini canlandıran Mark Walberg'i görüyoruz. 

Film çok sıradan. Hele şu "ailesiyle sorunlar yaşayan ama bu esrarengiz olaylar esnasında arayı düzelten karakterler" kurgusu iyice bayatladı. Niteki bu durum filmin reytinglerine de yansımış. Beğeni oranları çok düşük. Maalesef filmi tavsiye edemiyorum. Başka bir film izleyin.

Hayata İyi Seyirler... 

15 Ekim 2012 Pazartesi

"Hırsızlar Şehri"ne Seyahat Etmek İster misiniz???


Ben Affleck'i yıllar önce Armaggedon'la tanıdık. O zamanlar genç bir adamdı ama yıldızın parlak olduğu belliydi. Neyse ki zaman içerisinde körelmedi, aksine kendini geliştirdi ve nihayet kendi yazıp yönettiği bir filmde oynadı.

2010 yapımı "The Town"dan (Hırsızlar Şehri'nden) bahsediyorum. Kendisi filmde bir banka soyguncusunu oynuyor. Hem de babadan kalma hırsızlık geleneğini meslek edinmiş bir banka soyguncusu. Elbetteki soygunları tek başına yapmıyor. Kendisine işi ayarlayan "The Town" adında paravan bir çiçekçi ve soygunları beraber yaptıkları bir ekip daha var. İşte bu ekipte ona “kardeşim” dediği Jeremy Renner eşlik ediyor. Yaptıkları son banka soygununa kadar işler yolunda gidiyor. Ama son soygundan sonra Ben Affleck'in bankacı kıza aşık olmasıyla işler karışıyor.

Ben filmi beğendim. Zaten filmin beğeni oranları da hiç fena değil. Bu başarısından sonra öyle görünüyor ki Ben Afflcek yazmaya ve yönetmeye devam edecek. Biz de o filmleri izlemeye devam edeceğiz.

Hayata İyi Seyirler...

14 Ekim 2012 Pazar

"İyi Bir Yıl" Geçirmek İster misiniz?

Çerez tadında bir filmden bahsetmek istiyorum size. Bir roman uyarlaması. Totalde bahsetmeye değecek hiç bir şeyi olmayan, ama hayatınıza anlam katabilecek iki veciz çekip çıkarabildiğim bir film.

2006 yapımı "İyi Bir Yıl" (A Good Year) adlı filmde İngiltere'de yaşayan başarılı Borsacı Max'i izliyoruz. Russell Crowe'un canlandırdığı bu karakter, Fransa'daki tek akrabası ve manevi babası olan amcasını kaybediyor. Rahmetli amca ölüyor ve sahip olduğu şato ve 100lerce dönüm asma bağı Max'e kalıyor. Max evi üstüne almak ve evi satışa çıkarmak için Fransa'ya geliyor ve olaylar başlıyor.

Filmde bolca flash backler görüyoruz. Yaşlı amcanın küçük Max'e öğrettiği şeylere dönüyoruz. Bunlardan biri Max tenis maçını kaybedip hırçınlaşınca amcayla arasında geçen diyalog:

_Neden sevinmiyorsun?
_Çünkü kaybettim.
_Bir gün büyüdüğünde kazanmanın aslında sana hiç bir şey kazandırmadığını göreceksin. Sana birşey kazandıran şeyler, kaybettiklerindir. Hadi sevin. Hadi dans et. Buna alışmalısın...

Diyaloglardan biri de yine aynı iki kişi arasında geçiyor:

_Hey Max! Komik olmanın gerektirdiği ilk şart nedir?
_Nedir?
_ Doğru zamanlama.

"Russel Crowe'u çok severim, illa ki izleyeceğim" diyorsanız filmi izleyin. Bunun gibi birkaç şey daha bulabilirsiniz. Ama beklentilerinizi düşük tutun zira ben filmi kategorize (romantik, komedi, biyografi, vb gibi) bile edemedim. 

Hayata İyi Seyirler...

"Düşmanı Korurken" Başınıza Neler Gelebilir???

Denzel Washington'ı çok severim. İzlemediğim filmi var mı bilmiyorum.

Beyefendiyi en son 2012 yapımı "Düşmanı Korurken" (Safe House) adlı filmde izledim. Kendisi bu filmde bir kaçağı oynuyor. Ama öyle böyle bir kaçak değil. Kırmızı bültenle aranan eski bir......................... (Yine bu kısmını söylemiyoruz). Aslında filmin jönü Ryan Reynolds. Kendisi yeni yetme bir CIA ajanını oynuyor. Görevi ise "Güvenli Ev"de görev beklemek. Güvenli ev ne mi? CIA'in gizli tanıkları ve kaçakları sakladığı insan kasalarından biri. Bu ikili, karanlık güçlerin, malum evi bulması ve eve saldırmasıyla kendilerini bir başka güvenli eve ulaşıncaya kadar ölümcül bir kovalamacanın içinde bulur.

Pop cornlarınızı hazırlayın, filmi izleyin. Reytingleri çok yüksek değil ama yine de güzel bir aksiyon. Evde geçirilecek bir hafta sonu için iyi aktivitesi olabilir.

Hayata İyi Seyirler...


  

"Görevimiz: Tehlike Hayalet Protokolü"nde bir sorun yok mu???

"Görevimiz Tehlike" hayranları bilirler. Tabi ülkemizde 20 sene önce gösterilmiş olan ve yıllar süren diziden bahsediyorum. Kült haline gelmiş muazzam bir ajanlık serüvenidir. En uçuk sahneleri bile bir mantık çerçevesinde sunar. En önemlisi de tüm ekip yetenekli ve karizmatiktir, hatta en çılgınları bile. Ekibin her üyesi aynı öneme sahiptir. Hiçbiri ne geride kalır, ne de sivrilir. "Başrol" yoktur.

Görevimiz Tehlike 1-2-3 filmlerinde ise durum biraz farklı seyretti. Hatta neredeyse "Başrollerinde Tom Cruise'un oynadığı aksiyon filmleri" diye bir tabir bile kullanabilirim.

Neyse ki serinin 4. filmi olan 2011 yapımı "Görevimiz: Tehlike Hayalet Protokolu" (Mission: Impossible Ghost Protocol) filminde, diziye biraz daha yaklaşmışlar. Ama Tom Cruise hala çok ön planda. Filmin afişinde bile bunu kolayca görebiliyorsunuz. Ama o rolü Tom Cruise değil de biraz daha az ün yapmış bir erkek oyuncu oynasa çok daha iyi olurdu diye düşünüyorum. Bunun yanında ekibin diğer üyeleri rollerine cuk oturmuş. En azından ilk 3 filmdeki o hiç adı sanı duyulmadık isimler yerine Jeremy Renner gibi, Paula Patton gibi isimleri görebiliyoruz. (Yine de bu isimlerin "Tom Cruise" isminin gölgesinde kaldığını söylemeye de gerek yok sanırım.)
Ha bir de şu "kayıt" meselesi var. Hani şu "Bu kayıt kendini 5 saniye içinde imha edecektir." meselesi. Görevimiz Tehlikenin en can alıcı ve en özgün sahnesinin bu filme alınmadığına inanamıyorum.  Ama umarım bu eleştiriler yapımcıların kulağına gider de 5. filmi daha dikkatli çekerler.

Filmi beğenmedim demiyorum, ama diziyi yıllarca takip ettmiş biri olarak bu eksiklikleri ve hataları kolayca görebiliyorum. Filmin adına yakışır bir şekilde bazı şeyler hayalet olmuş sanki. Ama siz yine de filmi izleyin. Beğeneceğinize eminim.

Hayata İyi Seyirler...

13 Ekim 2012 Cumartesi

Aşk Hikayeleri "Not Defteri"ne sığar mı???

Romantik film izlemem. Romantik komedi bile izlemem. Ama geçenlerde, okulların açıldığı ilk gün öğrencilerimle tanışırken, "En sevdiğin film ne?" diye sorduğumda, kız olsun erkek olsun bir çoğunun ağzından "The Notebook" (Not Defteri) çıkınca "Allah Allah, bir izleyeyim bari" dedim. Filmin reytingleri çok yüksek, ama "aşk filmi" olduğu için gözden kaçırmışım ben tabi.

2004 yapımı filmin senaryosu çok basit: Zengin kız, fakir oğlan. Bizim gibi Yeşil Çam kültürüyle yetişmiş bir nesile bunu yutturamazsınız. Ama filmin kurgusu çok daha derin ve çok daha anlamlı. Zaten diğer romantik filmlere fark attığı nokta bu. Filmin Filiz Akın'ı Rachel McAdams. Hanımefendi gerçekten de oyununun hakkını vermiş. Filmin Ediz Hun'u da Ryan Gosling. Beyefendinin oynadığı "Noah" (Nuh) karakteri bir sembol. Tıpkı tahtadan gemi yapan marangoz Nuh Peygamber gibi, bizim esas oğlan Nuh da ahşap işleriyle uğraşıyor. Ama fakir oğlumuz bir gemi yerine ahşap bir ev yapıyor.

Film çok güzel, sıcacık bir film. Hatta bazen fazla sıcak, o yüzden yanınızda kimlerle izleyeceğinize dikkat edin. İster yalnız izleyin, ister birisiyle izleyin. Ama izleyin.

Hayata İyi Seyirler... 

"Maymunlar Cehennemi Başlangıç" İzlemeye Değer mi???

"Maymunlar Cehennemi" filmini yıllar önce izledim. Fakat daha önceki yazılarımda da belirttiğim gibi "benim canım hayvanım, hayvanım da hayvanım" türü filmler tarzım değil. Fakat iflah olmaz bir sinema tiryakisi olarak "Maymunlar Cehennemi Başlangıç"ı da (The Rise of the Planet of the Apes'i) izledim. İyi ki izlemişim. Çok beğendim. Bence Maymunlar Cehennemi'ne büyük anlam katmış.

2011 yapımı filmde Bilim Adamı Will'in başlattığı olaylar zincirini izliyoruz. Bilim adamımız, labaratuarda geliştirdiği zeka geliştirici bir maddeyi, deney maymunlarından birinin üzerinde deniyor. Ancak bu sırada hamile olan maymun, yavru ama zeki bir şempanze dünyaya getiriyor ve Will "Sezar" adını verdiği bu şempanzenin bakımını üstlenmek zorunda kalıyor. 

Filmin senaryosu, görsel efektleri ve kurgusu zaten güzel. Ancak bir de oyunculara bakalım. Filmde bilim adamımızı, son yıllarda yıldızı iyice parlayan James Franco canlandırıyor. Sezar'ı ise Hollywood tarihinin hem en şanslı, hem de en şanssız oyuncusu diyebileceğimiz Andy Serkis canlandırıyor. "O da kim?" diyebilirsiniz. Kendisi Yüzüklerin Efendisi'nin Gollum'u ve tabi Smeagal'ı. (Ne yazık ki muhteşem Gollum performansından beri, beyefendiye hep bu tür roller geliyormuş.)

Bu tür mutasyon konulu filmleri seviyorsanız mutlaka izleyin. Türünün en iyi örneklerinden biri diyebilirim. Ben beğendim, sizin de beğeneceğinizi umuyorum.

Hayata İyi Seyirler...

"Lego Yıldız Savaşları" Oyuncak mı Oldu???

George Lucas, Yıldız Savaşlarına ömrünü verdi. Muhteşem kurgusuyla, sıradışı senaryosuyla, etkileyici diyaloglarıyla, ilginç tiplemeleriyle, her yaşa hitap eden sahneleriyle, göz dolduran görsel efektleri ve görkemli film müzikleriyle adeta bir şaheser yumağı yarattı. Hem çizdi, hem boyadı, hem yazdı, hem yönetti, hem yapımcılığını üstlendi. Yine de doyamadı ve "Clone Wars" animasyon serisini çıkarttı. Bu da yetmedi "Clone Wars" a film yaptı. Bu da yetmedi episode 4-5-6'yı son teknolojilere göre yeniden yapılandırıp bir kez daha piyasaya sürdü. Bu da yetmedi, filmleri 3d montajlamaya girişti. Bu da yetmedi kafayı çocuk seyircilere taktı ve nihayet "Lego Star Wars: The Padawan Manace" adlı kısa filmi çekti.

2011 yapımı animasyonda Star Wars'un tüm karakterlerini "lego" karakterler olarak izliyoruz. Fakat arka planlar, müzikler ve mekanlar Star Wars çizgisini korumuş. Filmin hedef kitlesi çocuklar. Bu yüzden senaryo basit diyaloglarla yazılmış ve aynı zamanda çocukça espirilerle ve sakarlıklarla süslenmiş. E tabi filmin temel ögeleri olarak da Usta Yoda ve "çocuk jedi adayları" yani "padawan"lar seçilmiş.

Film çok eğlenceli. Bulun bir yerden izleyin. Koskoca Karanlıklar İmparatoru "Darth Vader" bile karizmayı nasıl çizdirmiş, ne hale gelmiş bir görün.

Hayata İyi Seyirler...

12 Ekim 2012 Cuma

"Savaş Atı"nın Arkasından Savaşa Gidilir mi???

Hayvanları hep sevmişimdir. Ama üstüne bir film çekilecek kadar derin hislere sahip olduğum söylenemez. Hayvan konulu filmleri de ya çok çocukça bulurum, ya da onlar zaten çocuk filmidir.

2011 yapımı "Savaş Atı" (War Horse) filminin adını duyduğumda da aynen pas geçtim. Ancak filmin yönetmeninin Steven Spielberg olduğunu öğrenince işler değişti ve filmi izledim.

Filmde fakir bir ailenin oğlu olan genç Albert ve onun çok sevdiği atının hikayesine şahit oluyoruz. Albert'ın atı 1. Dünya Savaşı esnasında bir süvariye satılıyor. Atının bir savaş atı olduğunu gören genç adam, onu bulmak için orduya yazılıyor ve savaşın en ön saflarında asker oluyor. Film kısaca böyle.

Gelgelelim ben filmin sadece 2 sahnesini beğendim. Bunların birincisi, filmin ilk 10-15 dakikasındaki, atın satılmasına kadar olan sahne. İkincisi de atın dikenli tellere takıldığı sahne. Filmin geri kalanını resmen ileri sararak izledim. Steven Spielberg'in savaş filmleri konusundaki tecrübesi de olmasa o kadarını da izleyemeyecektim. Belki de genç Albert'ın atına duyduğu sevgiye empati yapamadığım içindir, bilemiyorum. Diğer taraftan belki "at aşkı" bir başkadır ve bir atı olanlar için filmi izlemek daha büyük bir hazdır, onu da bilemiyorum. Belki atlarla ilgili ilk defa bu boyutta bir film yapıldığı için bu film bir boşluğu doldurmuş da olabilir.

Neticede ben filmi beğenmedim. Filme bir anlam veremedim. Bence izlemeseniz de olur. 

Hayata İyi Seyirler...

Michael Moore'un "Hasta"sı Olan Var mı???

"Biraz acıtabilir!!!"
Michael Moore'u tanıyan var mı? Hani şu Amerika'nın sivri dilli, sivri zekalı, sivri yönetmeni. Hani şu Dünya'nın en aykırı belgesellerini çeken adam. Şimdi siz "Film blogunda ne işi var belgeselin?" diyebilirsiniz. Ama size bu belgesel filmden bahsetmezsem çatlarım.

2007 Yapımı "Hasta" adlı belgeselde, Amerikan Sağlık Sistemi ele alınmış. Eskiden nasıldı, şimdi nasıl? Sağlık çalışanları sistemden memnun mu? Sağlık güvencesi ya da sigorta sistemi hastayı ne oranda destekliyor? Siyasilerin sağlık sektörüne bakışı nasıl? İlaç firmaları tüm bu değişkenleri ne düzeyde etkiliyor? Hastalar durumlarından memnun mu? Diğer gelişmiş ülkelerde sağlık sistemi ne alemde? Bunun gibi daha pek çok sorunun cevabı "Hasta"da verilmiş.

Filmimiz, araştırmacı ve usta yönetmen Michael Moore'un en iyi belgesel filmlerinden. Bu kadar ciddi ve sevimsiz bir konu ancak bu kadar keyifli işlenir. Ayrıca en iyi aksiyon filmlerinden daha sürükleyici. En iyi "gerçek hikaye uyarlamaları"ndan daha gerçekçi. En iyi komedi filmlerinden daha komik. En iyi reality show'lardan daha samimi. Reytingleri en iyi filmlerden daha yüksek. İşte bu yüzden olacak ki en çok hasılat yapan filmlerden daha fazla hasılat yapmış durumda.

"Ben belgesel izlemem" demeyin. Mutlaka izleyin. Michael Moore'la tanışın. Pişman olmazsınız.

Hayata İyi Seyirler...

11 Ekim 2012 Perşembe

Alıp "Mona Lisa Gülüşü"nü, Çakalım mı " Ölü Ozanlar Derneği"ne"???

Öğretmenlik mesleğime yeni adım attığım sıralarda izledğim iki önemli film vardı. Biri "Mona Lisa Gülüşü", diğeri de "Ölü Ozanlar Derneği". Her ikisinin sonunda da "Ben böyle bir öğretmen olmayacağım" diyerek kapattım filmi. Size sebeplerini açıklayayım.

"Mona Lisa Gülüşü"nde Julia Robert bir öğretmeni canlandırıyor. Hem de bir kız lisesinde. Hem de kız çocuklarının okula gönderilme sebebinin sadece "ideal anne ve ideal ev kadını" olmalarının istendiği bir dönemde. Kendisi yenilikçi ve özgürlükçü bir öğretmen. Fakat aynı zamanda feminist ve diktatörlük düzeyinde baskıcı, fakat farkında değil. Böyle diyorum çünkü hanım efendinin "psikoloji"si, toplumun "sosyoloji"sine ters düştüğü için davranışları sırıtıyor. Öğretmenliğine lafım yok, ama eğitimciliği eleştirilebilir. Zaten "Julia Stiles"ın canlandırdığı öğrencinin, filmin sonunda yaptığı seçim ve idealist öğretmenine verdiği cevap öğretmenin aklını başına getiriyor.

Aynı durum "Ölü Ozanlar Derneği" için de geçerli. Bu kez okulumuz bir erkek lisesi. Filmin idealist ve yenilikçi öğretmeni ise Robin Williams. Kendisi bayan öğretmenimize göre daha demokratik, daha anlayışlı ve öğrencilerle daha yakın. Fakat maalesef o da öğrencilerini, ailenin ve toplumun kurallarını yırtmaya teşvik ediyor. Nitekim filmin sonunda özgür düşünceyi ve hür iradeyi gözünde fazla büyüten öğrencimiz bize kötü bir sürpriz yapıyor.

"Toplumun tüm kuralları doğrudur, hepsine uyulmalıdır" demiyorum. Ama ergenlik çağında oldukları için kafaları çok hızlı karışan bu topluluğu bu denli hızla değiştirmeye çalışmak yanlış. Onlara aile denen kurumun hiçliğini yada aile kurallarının bu kadar kolay çiğnenebileceğini belletmeye çalışmak yanlış. 15-16 yaşlarındaki çocuklara sürekli "dünyadaki en önemli şey sizsiniz" deyip durmak yanlış. Bu çocuklara sabrın ve fedakarlığın öğretilmemesi yanlış.

Bu yanlışlar yumağının son 10 yıldır ne kadar bencil ve vurdumduymaz ve hatta bazen ukala ve çekilmez bir neslin yetişmesine sebep olduğunu rahatlıkla görebiliyoruz. (Kimse bunu kişisel bir hakaret olarak almasın, kimseyi kastetmiyorum). Ben de öğretmenim. Ama daha da zoru; aynı zamanda bir veliyim. Ve okulda birşeyler öğrenip gelmiş bir çocukla yaşamanın ne kadar zor olduğunu biliyorum.

Siz de bu filmleri izleyin. Hem öğretmenlere, hem öğrencilere, hem idarecilere, hem de velilere empati yapın. Doğru olanın ne olduğuna da kendiniz karar verin.

Hayata İyi Seyirler...

10 Ekim 2012 Çarşamba

"Çarpışma" "Şeritleri Değiştirmek"le Aynı Şey mi???

Bundan bir kaç yıl önce eşimle bir iddiaya girmiştik: Değiştiremeyeceğimiz şeyler için şikayet edinen taraf, 10 TL ceza ödeyecekti. Sonuç ne mi oldu? Kısa sürede bir lap top alacak kadar para biriktirdik.

İşte bu film bana o iddiayı çağrıştırdı. Önce Samuel L. Jackson'ın canlandırdığı Doyle Gibson karakterini analiz edelim. Çocuklarının velayetini üzerine almaya çalışan, dengesiz ve alkolik bir babadan bahsediyoruz. Vasat bir geliri olan adamımız, bir sigortacı. Velayet duruşmasına yetişmeye çalışırken, yandaki adamın aniden direksiyon kırması sonucu arabalar birbiriyle çarpışıyor ve o talihsiz gün başlıyor.

Gelelim "aniden direksiyon kıran adam"a. Kendisi varlıklı bir ailenin damadı: Avukat Gavin Banek. Ben Affleck'in canlandırdığı karakter, 100 milyon dolarlar değerindeki bir şirketin çok önemli bir davası için mahkemeye evrak yetiştirmeye çalışan hırslı bir adam. Kendisi duruşmaya yetişebilmek için Mercedes'inin direksiyonunu aniden kırıyor ve başka bir araca çarpıyor. Ve bu olay, ukala avukatımız için de o kara günün başlangıcı oluyor.

2002 yapımı filmde güzel olan pek çok şey var. Bunların biri filmin adı. "Şeritleri Değiştirmek" anlamına gelen başlık aslında bu iki insanın hem hayatları boyunca, hem de o gün boyunca, nasıl ikide bir şerit değiştirdiklerini temsil ediyor. Bu iki koca adam hayat yolunda adeta makas atarak ilerliyor. (Gerçi nasıl oluyorsa filmin adı Türkçe'ye "Çarpışma" olarak çevrilmiş ama olsun, yapacak birşey yok.)

Filmin bir diğer güzel yanı (belki biraz kişisel olacak ama) iki adamın da ağzından çıkan birer cümle: Bunların biri, sabırların zorlandığı bir anda S. L. Jackson'ın ellerini gökyüzüne açarak ettiği dua: "Tanrım bana değiştiremeyeceğim şeyleri kabullenebilmem için güç ver." İkincisi de Ben Affleck'in huzur aramak için girdiği kilisede asabice yaptığı itiraf: "Tanrı bazen iki adamı bir kese kağıdına koyup kapıştırıyor."

Reytingleri pek yüksek olmayan bu film, bu iki cümlesi ve ismindeki büyü sayesinde, bende iz bıraktı. Film güzel. İzleyin, bir şey kaybetmezsiniz, ama birşeyler kazanabilirsiniz.

Hayata İyi Seyirler...

"Gün Işığı" Yeterince Aydınlattı mı???

Pek çok kez izlemişizdir dünyayı kurtarmak için uzaya gönderilmiş bir grup bilim adamını. Bu kahramanlar çoğu zaman olmadık aksilikler yaşarlar. Oksijen tükenir. Elektrik devreleri atar. Kalkanlar hasar görür. Uzay elbiseleri giyilir; mekikten çıkılıp bozuk yerler tamir edilmeye çalışılır. Uzaktan kumandalar bozulur, manuel kumandalar devreye girer. Merkez üsle binbir çeşit kurtarma planları yapılır... Kısacası bu durumdan kurtulmak için türlü taklalar atarlar. Bazen psikolojileri bozulur, birbirlerine girerler. Biri ya da bazen bir kaçı, kendini feda eder ve nihayetinde görev (başarıyla) tamamlanır.

2007 yapımıGünışığı” filmi de uzay gemisinde geçen tipik bir film. Ne bir artısı var, ne bir eksisi. Konusunu detaylı bir şekilde anlatmaya ihtiyaç bile duymuyorum. Sadece, güneşin sönmesi sonucu, güneşte yeniden patlamalar yaratmak üzere uzaya gönderilen “Icarus 2” adlı uzay gemisi ve 8 kişilik mürettebatın hikayesi anlatılıyor. Filmde tanıdık çok isim var. Captan America'yı canlandıran Chris Evans, Kaplan ve Ejderha'nın Yu Shu Lien'i Michelle Yeoh Christopher Nolan'ın gözdesi Cillian Murphy ve bunun gibi birkaç isim daha. Üstelik filmin Yönetmeni, “127 Saat” ve “Slumdog Millionare” in de yönetmeni olan Danny Boyle. Filmde konuşmaya değecek tek konu, gemiye “Icarus” adının verilmiş olması. Hemen açıklayayım: “Icarus” mitolojik bir kahramandır ve Güneşe ulaşmaya çalışırken kanatları yanarak ölür. Herhalde bu anekdottan filmin sonunu da anlamışsınızdır.

Filmin beğeni oranları yüksek ama bu sizi aldatmasın. Bu türde olup çok daha iyi olan filmler izlemiştik. Bu kadroya ve bu yönetmene rağmen film tam bir zaman kaybı. Hele “Apollo 13” ve “Armageddon”u izlediyseniz bu filme hiç bulaşmayın. İlla bir uzay mekiği filmi izleyecekseniz, bu filmlere tekrar atın.

Hayata İyi Seyirler...

9 Ekim 2012 Salı

"Siyah Kuğu" Ne Kadar Uçurur???

Natalie Portman'ı ilk gördüğünüz filmi hatırlıyor musunuz? Kendisi "Leon"un çocuk yıldızıydı. Çiroz bacaklarıyla Jean Reno'nun arkasından koşturup  koşturup duruyordu.

Sonra Çocuk Yıldız büyüdü. Adeta bir "Takım Yıldız"a dönüştü. O kadar ki, 2010 yapımı Siyah Kuğu filminde hanım efendiyi hem balerin, hem beyaz kuğu, hem siyah kuğu ve hem de bir ........................... olarak görüyoruz. O kısmını söylemeyeceğim, çünkü filmi henüz izlememiş olanlar için "Bruce Wills ölüydü." diyen boşboğaz kişi olmak istemiyorum:) Yapımcı aslında bu filmde büyük risk almış: Birazcık oyunculuk yeteneği olan bebek yüzlü bir balerin bulup filmi onunla da çekebilirlerdi. (Böyle bir durumda büyük ihtimalle o oyuncu "Rotten Tomatoes"da "En Kötü Kadın Oyuncu" ödülünü alırdı.) Ama onlar öyle yapmamış.  Söz konusu rol için çekirdekten yetişme, tecrübeli bir oyuncu olan Natalie Portman seçilmiş. Genç oyuncudan yetenekli ve hırslı bir balerin yaratılmış, sonra bu balerin sorunlara boğulmuş, boğulmuş, boğulmuş ve sonunda da olanlar olmuş.

Natalie Portman'a "En İyi Kadın Oyuncu Oscarı"nı getiren bu film gerçekten izlemeye değer. Fakat filmin % 90'ında hanım efendiyi izleyeceğinizi belirtmek isterim. Geri kalan kısmında da Mila Kunis ve Vincent Cassel kafalarını uzatmış gibi görünüyorlar. Filmin beğeni oranları da oldukça iyi. İzleyin, pişman olmazsınız.

Hayata İyi Seyirler...

"Quiz Show" da "Şike" var mı???


Televizyon izlemeyi sevmem. Film izlemeyi severim. Ama her zaman film bulup bizlemek o kadar kolay olmadığı için zaman zaman dizi de izliyorum, yarışma programı da. Fakat ne zaman bir yarışma programı izlesem, mutlaka bir favori yarışmacım oluyor ve bazen kendimi sms atmaktan alıkoyamıyorum. Ben bile bu duruma düşüyorsam, televizyonkolikler ne hale geliyordur, kimbilir.


İşte 1994 yapımı “Şike” (Quiz Show) adlı bu film, bu tür yarışma programlarının ilk başladığızamanlarda yaşanmış gerçek bir hikayeden uyarlanmış. Filmde ,televizyonculuğun yeni yeni yapılandığı bir dönemde “Quiz Show” adlı bir yarışma programında yaşanan bir skandal gözler önüne seriliyor. İddiaya göre reytingleri yüksek olan yarışmacılara soruların cevapları veriliyor ve onların daha uzun süre yarışmada kalmalarını sağlıyor. Bu şikeyi farkeden genç bir müfettiş de olayla ilgili bir soruşturma başlatıyor. Çoğu “mahkemeli” filmde olduğu gibi, bu filmde de mahkeme, beklenmedik şekilde sonuçlanıyor. Filmimiz aynı zamanda Robert Redford'un yönettiği en iyi film olarak gösteriliyor. Filmin başrolünde ise usta oyuncu Ralph Fiennes'i görüyoruz.

Quiz Show'u izlediğimden beri, neden bazı yarışmacıların pat diye elendiğini anlamaya başladım. Gönderdiğimiz sms'lerin ne kadar işe yaradığını, ya da yarışmacılarla ilgili paparazzi haberlerinin yarışmanın seyrini nasıl değiştirdiğini de. Ben bu filmden sonra “reality show” türü yarışma programlarını izlemekten kurtuldum. Siz de kurtulun.

Hayata İyi Seyirler...